Bazı ideolojiler vardır, tarih sahnesine bir fikir olarak çıkar ama zamanla bir imparatorluk aracına dönüşür.
Siyonizm de işte bu türden bir yapı: Dışarıdan bakıldığında bir “inanç hareketi” gibi görünür, ama içinde akıl, çıkar ve kontrol birbirine karışmış karmaşık bir strateji yatar.
Ve sevgili zeki insan, asıl tehlike silahlı ordular değil, silahsız fikir ordularıdır.
“Bedenleri değil, bilinçleri fetheden imparator olur.”
Theodor Herzl bir fikir attı suya; ama o fikir dalga dalga büyüyüp, imparatorluk kıyılarına vurdu.
Herzl “Yahudi halkının güvenliğini” isterken, İngiltere “imparatorluğunun güvenliğini” düşündü.
Birinin duası, diğerinin stratejisine dönüştü.
İşte tarih böyle yazılır zeki insan:
Birinin umudu, diğerinin planına denk düştüğünde haritalar değişir.
“Bazı dualar gökyüzüne değil, devlet arşivlerine ulaşır.”
İngiltere yüzyıllardır bir sanat bilir: Kendi savaşını başkalarının inancıyla kazanmak.
Balfour Deklarasyonu bu sanatın şaheseridir.
1917’de imzalanan o belge, bir milletin geleceğini değil, bir imparatorluğun jeopolitiğini yazdı.
İngiliz aklı şunu gördü:
Kılıçla toprak almak zordur, ama inançla harita çizdirmek kolaydır.
Siyonizm, bu stratejide kullanılabilecek en zeki araçtı.
Bir taşla üç kuş: Osmanlı’yı zayıflatmak, Arap dünyasını bölmek, Filistin’i kontrol etmek.
“İngiliz satrancı iki hamlede değil, iki yüzyılda kazanır.”
Bazıları zanneder ki Siyonizmin gücü paradandır.
Oysa para sadece kılıftır. Gerçek güç, paranın yönlendirdiği zihinleri kontrol edebilme kabiliyetindedir.
Bir ülke silahla işgal edilir, ama medya, finans ve akademiyle sessizce yönetilir.
Bu yüzden Siyonizmin motivasyonu “zengin olmak” değil, “zenginliği yöneten akıl” olmaktır.
Bankalar, medya, Hollywood, teknoloji şirketleri… Hepsi aynı orkestranın farklı enstrümanlarıdır.
Ve bu senfoninin notaları insan psikolojisiyle yazılır.
“Servet altındır, güç akıldır; ama en büyük zenginlik, kimin neye inandığını belirleyebilmektir.”
Kimi bu yapıyı “satanist” diye tanımlar.
Oysa bu tam olarak şeytana tapmak değildir; Tanrı’nın yerine geçme isteğidir.
Bu, insanın kendini yaratıcıdan üstün görme hastalığıdır.
Yani mesele din değil, egemenlik kompleksidir.
Tarihte her “tanrısız tanrıcılık” denemesi aynı sonu doğurmuştur:
Gücün sarhoşluğu aklı kör eder, kör olan akıl kendi labirentinde kaybolur.
“Kendini Tanrı sanan her sistem, sonunda kendi şeytanına dönüşür.”
Siyonizm’in temel güdüsü bir “vaat edilmiş toprak” değil, vaat edilmiş hâkimiyet arayışıdır.
Bu, coğrafya değil, zihin savaşıdır.
Mücadele toprakta değil, bilgide, medyada, finans sisteminde ve inançlarda yaşanır.
Felsefi zeminde ise “insanın Tanrı’ya değil, insana inanması” yüceltilir.
İşte bu, modern çağın en sinsi virüsüdür: Kendini kutsayan akıl.
“Tanrı’ya meydan okuyan akıl, eninde sonunda kaybetmeye mahkumdur, MUTLAK ZAFER ALLAH’ındır.”
Türkiye, bu labirentte hem Doğu’nun sezgisini hem Batı’nın aklını taşıyan tek millettir.
Bizim cevabımız hamaset değil, stratejik bilgelik olmalı.
Çünkü bu savaşın silahı algoritma, cephanesi veri, cephaneliği insandır.
Ve bu çağda kim düşünüyorsa, o yönetir.
“Toprağı koruyan asker, zihni koruyan öğretmendir.”
Zeki insan bilir, Siyonizmin arkasında para, çıkar ya da şeytani ritüeller değil;
insanın Tanrı rolüne soyunma hırsı vardır.
Bu, “dünyayı kurtarmak” iddiasıyla başlayan ama “dünyayı yönetmek” saplantısına dönüşen bir aklın hikâyesidir.
Ama unutmamak gerek:
“Allah!, şeytani planlar yapanların değil; Hakk için plan kuranların yanındadır.”
Ve eğer Türkiye, imanla zekayı aynı potada yoğurmayı başarırsa ki bundan şüphem yoktur;
aklın satrancında Allah’a meydan okuyanları, tarih sahnesinden kalıcı olarak silecektir.
Gürkan KARAÇAM