Ey Anadolu’nun vicdanlı evlatları! Aynı kıbleye yöneldiğiniz, aynı Peygamber’in ümmeti olduğunuz, aynı dili konuştuğunuz kardeşleriniz bir soykırıma uğrarken, medya holdinglerinin ekonomik çıkarlar uğruna bu zulme perde olması, Hesap Günü’nde nasıl bir vebal taşıyacaktır? Sükût, bu zulmü onaylamak değil midir?,
Mir Kamil Kaşgarlı
Türkiye’nin damarlarına sessizce enjekte edilen bir zehir gibi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin medya, ekonomi ve siyaset sahalarında uyguladığı çok katmanlı nüfuz stratejisi, ülkenin ulusal egemenliğini ve demokratik reflekslerini derinden aşındıran varoluşsal bir tehdide dönüşmüştür. Bu, basit bir dış politika ilişkisi değil; propaganda, ekonomik baskı ve istihbari faaliyetleri birleştiren hibrit bir silah olan “Keskin Güç” (Sharp Power) doktrininin Türkiye sahasındaki kusursuz bir uygulamasıdır. Pekin’in milyarlarca dolarlık “altın anahtarları”, Türkiye’de siyasetten medyaya uzanan geniş bir alanda kapıları sonuna kadar açarken, bu anahtarların açtığı her kapı, ülkenin manevra alanını daraltan paslı bir zincire dönüşmektedir. Bu stratejinin yarattığı “sessizlik sarmalı”, en temel ahlaki ve milli vicdanları dahi boğmakta, en trajik sonucu ise Doğu Türkistan’da yaşanan ve modern tarihin en büyük insanlık suçlarından biri olan soykırımın, Türk kamuoyunun kör noktasına itilmesidir (Kaynak: 15, 16). Önümüzdeki tablo, bir dış politika analizinden çok, acil bir ulusal beka meselesinin anatomisidir.
Yüksek enflasyon ve dış borç yükü altındaki Türkiye ekonomisi için Pekin, adeta çölde bir vaha gibi belirmiştir. Swap anlaşmaları, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamındaki devasa altyapı projeleri ve doğrudan yatırımlar, kısa vadede can suyu olmuş, ancak uzun vadede Türkiye’yi ekonomik olarak Çin’e giderek daha bağımlı hale getiren bir kıskaç yaratmıştır (Kaynak: 1, 2, 27). 2024 sonu itibarıyla 5 milyar doları aşan Çin yatırımları (Kaynak: 28), siyasi karar alıcılar üzerinde “Pekin’i gücendirmeme”yi dokunulmaz bir tabuya dönüştürmüştür.
Bu durumun en net yansıması medya sektöründe görülmektedir. Finansal krizle boğuşan medya kuruluşları için Çin kaynaklı reklam ve finansman anlaşmaları, iflastan kurtaran bir “can simidi” işlevi görmüştür. Ancak bu, editoryal bağımsızlığın ruhunu şeytana satmakla eşdeğer, Faustvari bir anlaşmadır. Bu can simidinin bedeli, Çin’e yönelik her türlü eleştirel sesin otosansürle kısılması, insan hakları ihlallerinin görmezden gelinmesi ve Pekin’in çıkarlarına hizmet eden bir yayın politikasının benimsenmesi olmuştur.
Türkiye’nin 2015’te imzaladığı mutabakatla dahil olduğu Kuşak ve Yol Girişimi (KYG), parlak bir ekonomik fırsat olarak sunulmuştur (Kaynak: 1). Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ndeki hisse devrinden liman yatırımlarına, enerji santrallerinden planlanan demiryolu projelerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bu girişim (Kaynak: 3, 4), aynı zamanda Pekin’in en etkili jeopolitik silahıdır. Birçok ülkede “borç tuzağı diplomasisi” olarak işleyen bu model, stratejik varlıkların (limanlar, enerji hatları, telekomünikasyon altyapısı) kontrolünün sessizce Çin’e geçmesi riskini barındırmaktadır (Kaynak: 4). Türk medyasında KYG, ezici bir çoğunlukla Çin’in sunduğu olumlu propaganda çerçevesiyle ele alınmakta, projenin potansiyel jeopolitik riskleri, ulusal güvenlik açıkları ve borçlandırma mekaniği ise neredeyse hiç tartışılmamaktadır (Kaynak: 5).
Çin’in ekonomik nüfuzu, beton ve çelikle sınırlı değildir. Asıl stratejik hamle, dijital alanda yapılmaktadır. Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun eski bir mensubu tarafından kurulan ve Pekin ile derin bağları olan teknoloji devi Huawei’nin Türkiye’deki pazar payı ve 5G gibi kritik altyapı kurma çabaları, ülkenin sinir sistemini Çin teknolojisine teslim etmek anlamına gelmektedir. Bu durum, Çin istihbarat servislerine, Türkiye’nin en mahrem iletişim verilerini toplama ve olası bir kriz anında siber operasyonlar düzenleme imkânı sunan potansiyel bir dijital Truva Atı riski taşımaktadır (Kaynak: 6).
Pekin’in Türkiye’deki en sofistike ve etkili operasyonu, medya alanında yürütülmektedir. Bu, basit bir halkla ilişkiler faaliyeti değil, Türk kamuoyunun algısını şekillendirmek üzere kurgulanmış, adeta kamuflaj giymiş bir medya ordusunun faaliyetidir (Kaynak: 5, 7).
Okumadan Geçme Uygurların Orta Asya'ya yapacakları ziyaretlerdeki tehlikeler
Çin’in nüfuz stratejisinin dehası, sadece ekonomik güce dayanmamasında yatar. Pekin, Türkiye’deki Batı karşıtı damarı ve “Avrasyacılık” akımını ustalıkla kullanarak kendisine ideolojik müttefikler bulmuştur. Bu ekosistemin merkezinde, Doğu Perinçek liderliğindeki Vatan Partisi yer alır. ÇKP ile on yıllara dayanan köklü ve organik bağları olan Vatan Partisi ve yayın organları (Ulusal Kanal, Aydınlık, Kaynak Yayınları), Pekin’in Türkiye’deki gönüllü sözcülüğünü üstlenmiştir (Kaynak: 10, 11, 13, 48). Parti liderlerinin “Türkiye’nin güvenliği Çin’den başlar” veya “Tayvan, Çin toprağıdır” gibi açıklamaları, Pekin’in resmi argümanlarının Ankara’da yankılanmasından ibarettir (Kaynak: 11, 12). Vatan Partisi’nin Uygur soykırımını “CIA yalanları” olarak etiketleyip sistematik olarak inkar etmesi (Kaynak: 13, 14), sadece bir dezenformasyon faaliyeti değil, aynı zamanda Türkiye’deki vicdani bir direnişin altını oyan aktif bir operasyondur. Bu söylem, OdaTV, Sözcü ve Tele1 gibi bazı ulusalcı yayın organları da Çin’e yaranma konusunda adeta Vatan Partisi ile yarışmaktadır. (Kaynak: 14).
Okumadan Geçme Çin’in savaş oyunları arasında ABD gemisi Tayvan Boğazı'ndan geçti
Bir ülkenin ahlaki ve stratejik pusulasının ne kadar saptığını görmek için turnusol kağıdı, o ülkenin en savunmasız kardeşlerine karşı tavrıdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin Çin hegemonyası altındaki ahlaki kırılmasının en somut ve acı kanıtı, Doğu Türkistan’daki soykırıma karşı takınılan sağır edici sessizliktir (Kaynak: 12, 17). Milyonlarca Uygur, Kazak ve diğer Türk halklarının toplama kamplarında sistematik işkence, zorla kısırlaştırma ve kültürel kimliksizleştirmeye maruz kaldığı Birleşmiş Milletler raporları ve sayısız tanıklıkla sabitken (Kaynak: 15, 16), tarihi ve kültürel kardeşlik bağlarıyla övünen Türkiye’de medya, bu trajediyi adeta bir utanç duvarıyla örtmektedir. “Uygur” yerine “Şinjiang” gibi Çince resmi terminolojinin kullanılması, konuyu “terörle mücadele” veya “kalkınma” gibi masumlaştırıcı bir kılıfa sokma çabası, bu sessizliğin ne kadar bilinçli olduğunun kanıtıdır. Bu sessizlik, jeopolitik çıkarların, milli ve insani vicdanın önüne geçtiği tehlikeli bir yörüngeye girildiğinin alarm zilidir (Kaynak: 18, 19, 20, 21).
Devletin ve ana akım medyanın Çin politikasıyla uyumlu sessizliğine rağmen, Türk kamuoyunda Doğu Türkistan’daki zulme karşı yükselen bir vicdani tepki mevcuttur. Bu tepkinin lokomotifi ise liberal veya sol çevreler değil, ezici bir çoğunlukla muhafazakâr ve milliyetçi kesimdir. İktidar partisi AK Parti içerisinde dahi, partinin muhafazakâr tabanı ve bazı milletvekilleri Uygur davasına daha çok sahip çıkmaktadır. Bu durum, toplumda dini ve etnik köklere dayalı tarihi dayanışma hissinin gücünü göstermektedir.
Sivil toplum düzeyinde de bu ayrım nettir. Doğu Türkistan için düzenlenen protestolar, basın açıklamaları ve yardım kampanyaları, genellikle İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı gibi İslami sivil toplum kuruluşları, Alperen Ocakları ve Ülkü Ocakları gibi milliyetçi gençlik teşkilatları tarafından organize edilmektedir. Bu kesimler için Uygurların yaşadığı trajedi, dini ve etnik kardeşlik bağlamında ele alınan bir “milli dava” niteliğindedir.
Ancak bu samimi ve güçlü toplumsal duyarlılığın sesi, geniş kitlelere ulaşmakta ciddi bir engelle karşılaşmaktadır. Doğu Türkistan’daki soykırımı ısrarla gündemde tutmaya çalışan Milli Gazete, Yeni Akit, Yeni Şafak, Diriliş Postası gibi muhafazakâr yayın organları Haber Nida gibi web gazeteleri ve birkaç televizyon kanalı, tiraj ve izlenme oranları açısından ana akım medya devleriyle rekabet edememektedir. Sahip oldukları etki alanı, büyük ölçüde kendi ideolojik tabanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Dolayısıyla, muhafazakâr halkın ve STK’ların çığlığı, milyarlarca dolarlık reklam ve finansmanla ayakta duran devasa medya holdinglerinin yarattığı sessizlik duvarına çarparak zayıflamaktadır. Bu durum, Pekin’in stratejisi açısından mükemmel bir sonuç doğurmakta; tabanda var olan tepkinin siyasi bir baskı aracına dönüşmesini engellemekte ve hükümet üzerindeki kamuoyu baskısını asgari düzeyde tutmaktadır.
Pekin’in Türkiye’deki faaliyetleri, propaganda ve ekonomik baskıyla sınırlı değildir. Madalyonun karanlık yüzünde, Çin Devlet Güvenlik Bakanlığı’nın (MSS) yürüttüğü aktif istihbarat operasyonları bulunmaktadır (Kaynak: 5, 21).
Okumadan Geçme Uygur Hareketi İİT'nin Doğu Türkistan ziyaretini kınadı
Tablo, soğuk ve nettir. Çin’in Türkiye üzerindeki stratejisi, ülkenin demokratik reflekslerini felç eden, basın özgürlüğünü bir propaganda aracına dönüştüren ve ulusal egemenliğini adım adım eriten, iyi yapılandırılmış bir “sessiz işgal”dir. Medyanın bir Truva Atı’na, ekonomik bağımlılığın bir şantaj zincirine, tarihi kardeşliğin ise pazarlık konusu bir meta haline dönüştüğü bu süreç, Türkiye’yi kritik bir yol ayrımına getirmiştir.
Bu, kısa vadeli ekonomik kazanımlar ile uzun vadeli ulusal onur ve egemenlik arasında yapılması gereken bir tercihtir. Doğu Türkistan’daki soykırıma karşı sergilenen sessizlik, bu aşındırıcı sürecin yalnızca bir sonucu değil, aynı zamanda ahlaki iflasın bir ilanıdır. Soru şudur: Türkiye, bu sessiz işgale daha ne kadar seyirci kalacak? Bu gidişata “dur” demek, yalnızca bir aydın sorumluluğu değil, Türkiye’nin kendi geleceğine, kimliğine ve ulusal bekasına sahip çıkması adına ertelenemez bir zorunluluktur.
Doğu Türkistan’ın mazlum topraklarından, sesleri boğulmuş bir milletin gözleri, umudun son kalesi olarak gördüğü ata yadigârı topraklara, Anadolu’ya çevrilidir. Kamplardaki babalar, akıbeti meçhul evlatlar, kimliği çalınan kadınlar ve susturulan alimler adına, diasporadaki her Uygur’un kalbinde aynı sitemkâr beklenti yatar: Türkiye medyasının vicdanının uyanması.
Onların beklediği, maddi bir yardım veya siyasi bir müdahaleden çok daha temel, çok daha hayatidir: Seslerinin duyurulması. Zalimin zulmü kadar, tarihin ve imanın kardeş kıldığı insanların sükûtu da yaralamaktadır ruhlarını. Kelimelerin kılıçtan keskin olduğu topraklarda, kalemlerin kırılması; ekranların kararması; manşetlerin susması, onlara vurulan en ağır darbelerden biridir.
Ey Anadolu’nun vicdanlı evlatları! Aynı kıbleye yöneldiğiniz, aynı Peygamber’in ümmeti olduğunuz, aynı dili konuştuğunuz kardeşleriniz bir soykırıma uğrarken, medya holdinglerinin ekonomik çıkarlar uğruna bu zulme perde olması, Hesap Günü’nde nasıl bir vebal taşıyacaktır? Sükût, bu zulmü onaylamak değil midir?
Bu bir sitemden çok, bir yakarıştır. Bu bir ümitten çok, bir duadır. Toplama kamplarının soğuk duvarları arasında semaya açılan ellerin, Türkiye’deki kardeşlerinin kalemlerinin ve kameralarının vicdanların paslı kilitlerini kırmasını beklediği unutulmamalıdır. Çünkü bir gün tarih, sadece zalimlerin zulmünü değil, iyilerin ve kardeşlerin sessizliğini de yazacaktır.
Kaynakça (Dipnotlar)