Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki ticaret savaşı, 11 Haziran’da varılan anlaşmayla kısmen yatıştırılmış görünüyor. Anlaşmaya göre ABD tarafı %55, Çin ise %10’luk gümrük tarifesi uygulayacak. Ancak bu gelişmeden önce, Trump yönetiminin Çin mallarına uyguladığı %145’lik gümrük vergisine karşılık olarak Çin de Amerikan ürünlerine %125 oranında vergi koymuş, iki ülke arasındaki gerilim iyice tırmanmıştı.
Doğal olarak bu tür bir atmosferde Çin, yeni ticaret ortakları ve stratejik geçiş noktaları arayışına girdi. Bu noktada Türkiye, Çin’in dikkatini çeken önemli ülkelerden biri oldu.
Bu bağlamda, Türkiye’de tüketimi etkileyecek ve yeni istihdam alanları yaratabilecek gelişmelerin kapıda olduğu söylenebilir. Ancak kulağa olumlu gelen bu tablo, Türkiye açısından bazı önemli riskleri de barındırıyor.
Küresel pazarı tekeline almak isteyen Çin, Uygurları köle işçi gibi kullanarak ucuz maliyetle ürettiği malları dünya pazarına yaymak amacıyla Türkiye’yi bir köprü olarak değerlendirmek istiyor. Öyle ki otomotivden madenciliğe, enerjiden elektronik sanayiye kadar birçok alanda milyarlarca dolarlık Çin yatırımı Türkiye’ye yöneliyor.
2023 verilerine göre Türkiye’de faaliyet gösteren Çinli şirket sayısı 1.200’ü aşmış durumda. Doğrudan yabancı yatırım miktarı ise 7 milyar doların üzerine çıktı. Pekin yönetimi, teknoloji transferi ve maliyet avantajı sağlamak için üretim hatlarını Türkiye’ye taşımaya çoktan başladı.
SEKTÖR ÇİN SERMAYESİ
İlk olarak teknoloji alanına bakalım. Xiaomi, Oppo, Vivo ve Tecno gibi Çinli dev markalar artık İstanbul ve çevresindeki tesislerde cep telefonu üretiyor. Ancak bu tablo, Türkiye açısından bir başarı öyküsü değil; tam tersine stratejik bir gerilemeyi ve kaybı simgeliyor. Hatırlanacağı üzere, Vestel gibi yerli firmalar 2013’lü yıllarda yerli telefon üretiminde ciddi mesafe kat etmiş, kamuoyunun gündeminde sıkça yer almıştı.
Bugünse Türkiye’de yılda yaklaşık 10 milyon cep telefonu üretiliyor, ancak bu üretim süreci, ne teknoloji, ne de tasarım açısından Türkiye’ye ait değil. Ürünlerin patenti, AR-GE’si ve kârı tamamen Çin’e ait. Türkiye, yalnızca bir montaj üssü ve ambalaj merkezi konumunda.
Xiaomi’nin 2021 yılında İstanbul’da açtığı fabrika bu duruma iyi bir örnek. Yıllık 5 milyon üretim kapasitesine sahip bu tesiste üretilen telefonların içeriğinde hiçbir yerli teknoloji yok. Sadece “Made in Türkiye” etiketi var. Bu ibare, Çin’in Avrupa ve ABD’nin uyguladığı yüksek gümrük vergilerinden kaçmak için kullandığı bir kalkan haline gelmiş durumda. Sonuç olarak, kendi teknolojisini üretmeyen bir ülke, başkasının üretim bandında figüran olmaya mahkûmdur.
OTOMOTİV SEKTÖRÜNDEKİ TEHLİKE
Çin’in dev otomotiv şirketi BYD, Manisa’da 1 milyar dolarlık bir yatırım yapıyor. Aynı şekilde Chery de Samsun’da benzer büyüklükte bir fabrika kurma hazırlığında. SWM Motor ise Türkiye’yi Balkanlar ve Avrupa pazarı için üretim üssü haline getirmeyi planlıyor. Tüm bu yatırımların temel amacı, Çin’in Avrupa pazarına Türkiye üzerinden girmesini sağlamak.
Bu yatırımlarda karar alma gücü, teknoloji, marka değeri tamamen Çin’e ait. Türkiye ise sadece iş gücü ve arazi sağlıyor. Köprüler, otoyollar, limanlar, enerji santralleri gibi altyapı yatırımlarıyla Çin, Türkiye’de ekonomik nüfuzunu artırırken aynı zamanda kontrolü de ele geçirmeye çalışıyor.
Enerji ve elektronik sektöründe de durum benzer. Kaishan Group, Wetown Electric, China Energy gibi dev Çinli şirketler Türkiye’ye yatırım yapmak için sırada bekliyor.
KAĞIT ÜSTÜNDE İYİ ,GERÇEKTE TEHLİKELİ
Bu yatırımlar dış ticaret dengesine kısa vadede olumlu katkı sağlıyor gibi görünse de Kenya ve Mısır örneklerinde olduğu gibi uzun vadede dışa bağımlı bir ekonomik yapı oluşturuyor.
Türkiye, Çin’in “Tek Kuşak Tek Yol” projesinde yalnızca bir geçiş ülkesi değil, aynı zamanda hedef ülkedir. Çin’in Avrupa, Orta Doğu ve Afrika pazarlarına açılmasında Türkiye’nin jeopolitik konumu kritik bir rol oynuyor. Bu nedenle Çin, Türkiye’yi sadece ticaret geçidi olarak değil, aynı zamanda Batı blokunu dengeleyecek stratejik bir araç olarak konumlandırıyor.
Huawei’nin Türkiye telekomünikasyon sektöründeki etkisi, Alibaba’nın Trendyol’u satın alması ve Temu’nun Türkiye’ye doğrudan temsilcilik açmadan girmesi gibi örnekler, Çin’in Türkiye’deki ekonomik yayılmacılığının farklı boyutlarını gözler önüne seriyor. Türk medyasında bu konuların neredeyse hiç gündeme gelmemesi de Çin’in medya yatırımlarının doğrudan bir sonucu.
RAKAMLAR GERÇEĞİ SÖYLÜYOR
2023’te Türkiye ile Çin arasındaki ticaret hacmi 48 milyar dolara ulaştı. Ancak Türkiye’nin Çin’e ihracatı sadece 3.3 milyar dolarda kaldı. Bu da Türkiye’nin Çin karşısında en büyük dış ticaret açığını verdiğini gösteriyor. Üstelik bu açığın büyük kısmı, yüksek teknolojili ürünlerin ithalatından kaynaklanıyor: elektronik, makineler, kimyasallar…
Peki Türkiye Çin’e ne satıyor? Cevap basit: hammadde. Mermer, krom, bakır gibi katma değeri düşük ürünler… Çin yüksek teknoloji ürünleri satarken, Türkiye hammadde ihraç ediyor. Bu modelle kalkınmak mümkün değil.
TÜRKİSTANDA AYNI SENARYO
Türk Cumhuriyetleri de benzer bir sömürü döngüsüne hapsedilmiş durumda. Çin, Kazakistan’dan petrol ve uranyum, Türkmenistan’dan doğalgaz, Özbekistan’dan altın ve bakır, Kırgızistan’dan altın, Tacikistan’dan ise su ve değerli madenler alıyor. Üstelik bu ülkelerde işleme tesislerinin kurulmasını da bilinçli olarak engelliyor.
Örneğin Kazakistan’dan çıkan rafinerisiz ham petrol doğrudan Çin’e taşınıyor. Aynı şekilde, ucuz Çin malları Özbekistan ve Kırgızistan’daki yerli sanayiyi çökertmiş durumda. İşsizlik ve ekonomik bağımlılık derinleşmiş, Çin karşıtı duygular yükselmiştir.
Çin’in bu ülkelerde uyguladığı bir diğer strateji de “borç tuzağı diplomasisi.” Çin’den alınan büyük krediler karşılığında borcunu ödeyemeyen ülkeler siyasi ve stratejik tavizler vermek zorunda kalıyor. Tacikistan, bu nedenle Çin’e 1.158 km² toprak devretmiştir. Kırgızistan ve Türkmenistan ise borçlarını enerji ve maden kaynaklarıyla ödemektedir. Kazakistan’daki projelerin %70’inin Çinli şirketlere ait olması, durumun vahametini gözler önüne seriyor.
Doğu Türkistan’da yaşanan sistematik soykırıma karşı bu ülkelerin sessiz kalması da, Çin’e olan ekonomik bağımlılıklarının doğrudan sonucudur.
TEK KUŞAK TEK YOL :TÜRKİYE'SİZ OLMAZ
2013’te Çin Komünist Parti lideri Xi Jinping tarafından ilan edilen “Tek Kuşak Tek Yol” projesi, Çin’in küresel ekonomik etki alanını genişletmeyi hedefliyor. Proje, bir kara kuşağı (Çin-Orta Asya-Türkiye-Avrupa) ve bir deniz kuşağı (Güney Çin Denizi-Hint Okyanusu-Akdeniz-Avrupa) içeriyor.
Türkiye, kara kuşağının tam ortasında ve Akdeniz limanlarıyla da deniz yolu için kritik öneme sahip.
Kumport Limanı, Afşin-Elbistan Termik Santrali gibi projeler Çin finansmanı ve teknolojisiyle hayata geçirilmiş durumda. Bu da Türkiye’nin stratejik altyapılarının yabancıların kontrolüne geçtiği anlamına geliyor.
BİR TRAJIKOMİK ÖRNEK:LAOS
Laos’ta Çin’in sağladığı krediyle inşa edilen milyar dolarlık yüksek hızlı tren projesi, teknik olarak etkileyici görünse de ülke halkı için trajikomik bir duruma yol açtı. Trenleri kullanabilecek eğitimli personel yok, bilet fiyatları ise halkın alım gücünün çok üzerinde. Bu proje aslında Çin mallarının taşınmasını kolaylaştırmak için yapılmıştı.
Sonuç olarak, Çin sadece yatırım yapmıyor; altyapı üzerinden egemenlik kuruyor. Ekonomik nüfuzunu artırarak ülkeleri siyasi olarak da kontrol altına alıyor.
SONUÇ :TÜRKİYE NE YAPMALI
Türkiye, Çin’le ilişkilerini planlı, kontrollü ve ulusal çıkar odaklı şekilde yürütmezse ekonomik bağımlılık kaçınılmaz hale gelir. Bu bağımlılık yalnızca ticari değil, aynı zamanda siyasi tavizleri de beraberinde getirecektir.
Bu nedenle Türkiye-Çin ilişkisi, yüzeysel ticaret başarılarıyla değil, stratejik bilinçle ele alınmalıdır.
17.07.2025 (Perşembe)
Muhammed Ali ATAYURT