Dersim eskiden nasılmış?
Onu bir yabancıdan öğrenelim ve Cumhuriyet’ten sonra nasıl olmuş, ona da bakalım…
*
Alman Askeri Kurul Başkanı olarak 1914’de Osmanlı’ya gelmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda, önce Çanakkale’de 5. Ordu, ardından Sina ve Filistin cephesinde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı yapmış olan Mareşal Liman von Sanders’in Osmanlı’da kaldığı 5 yılın anılarını içeren “Türkiye’de beş yıl” adında bir kitabı var. Bu kitabı
Savaşın sonunda İngilizler tarafından tutuklanıp sürüldüğü Malta’da ,1919’da yazmış (T.İş Bankası Yayınları, 2012)
Kitabın, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nin anlatıldığı bölümünde, ‘Sarıkamış faciasından sonra saldırıya geçen Rusların, Erzurum, Erzincan, Muş, Bitlis ve Van’ı ele geçirmesi üzerine’, Enver Paşa’nın, “2. ve 3. Orduların birlikte yapacakları bir karşı saldırı ile kaybedilen toprakların kurtarılmasını emrettiği,” bildiriliyor….
Osmanlı’daki adıyla Liman Paşa, yapılacak bu hareketle ilgili, bir rapor yazıyor ve Alman İmparatoru Kayzer Wilhelm II’ye gönderiyor.
Raporun giriş kısmında, birlikte görev yapacak 2. ve 3. Ordularının konumlarını anlatırken, yazılan not dikkat çekici:
“Geri çekilmiş olan 3. Ordu’nun Tirebolu- Kemah hattında, 2. Ordu’nun Temur Bey- Kiğı- Oğnut- Muş’un güneyi- Bitlis hattında bulunduğunu” yazdıktan sonra, “ancak” diyor, “2. ve 3. Ordular arasında, şimdiye kadar Osmanlıların olduğu kadar, Rusların da giremediği vahşi Kürtlerle yerleşik olan Dersim bulunuyor” (s.187).
Budapeşte’den Yemen’e, Kafkaslar’dan Fas’a kadar her tarafı fethedip bir “Dünya İmparatorluğu” kuran Osmanlı, buraya neden giremedi?
Çünkü, sarp kayalar ve derin vadilerle dolu bir coğrafi yapıya sahip olduğu için, yabancıların girmesinin çok zor olduğu bu bölgede, adının başına “Seyit” ekleyip “Peygamber Torunu” olduğunu öne sürerek, din istismarı yoluyla halkı sömüren bir aile, feodal bir derebeylik düzeni kurmuştu. Kendisine sığınan eşkıya ve katil gibi kanun kaçaklarından oluşturduğu çetelerle bir yandan halkı soyarken, bir yandan da istemediği kişilerin bölgeye girmesine izin vermiyordu. Devletin vergi memurları ya da mültezimler ve asker almaya gelen jandarma da giremediği için, halk da bu durumdan memnundu. Hem vergi vermiyor hem de çocukları askere gidip ölmüyordu. Sömürgene verdiklerini ise, dini lider olduğu için sevap sayıyorlardı...
1915’de zorunlu göç (tehcir) uygulamasından kaçan çok sayıda Ermeni’nin de Dersim’e sığındığı, bunların daha sonra kendilerini gizleyerek Alevi- Kürt olduklarını öne sürdükleri biliniyor!..
*.
İstese, elbette Osmanlı buraya girerdi. Ancak o toprakları ele geçirmeye değer görmedi. Oysa Cumhuriyet için toprak değil, insan önemliydi. Öncelik, Türkiye’nin diğer yerlerindekiler gibi, oradaki insanların da din sömürücüsü, sahtekar derebeyin elinden kurtarılması; eğitim, sağlık, ulaşım gibi uygarlık alt yapısının oluşturulması, özgür birey olmalarının sağlanması idi.
Bu nedenle diğer iller gibi Tunceli’ye de yol, köprü, sağlık ocakları ve en önemlisi okullar yapılmaya başlandı. Ancak devlet yapıyor, günümüzde PKK’nın yaptığı gibi, ertesi gün, İngiliz ve Fransız ajanlarınca yönlendirilen derebeyinin adamları dinamitleyerek yıkıyor, çalışan işçileri ve olayları engellemeye çalışan jandarmaları öldürüyorlardı. Devlet, birkaç kez nasihat heyetleri göndererek halk düşmanlarını yola getirmeye çalışsa da olmadı. Sonunda eşkıyanın anlayacağı dille konuşmaya karar verildi.
Devlet gücünü gösterdi, derebeylik yıkıldı, eşkıya başı ve adamları hak ettikleri cezayı aldılar. Bu arada eşkıyanın kullandığı gariban insanlar da ne yazık ki zarar gördü.
Bundan sonra Tunceli huzura, bayındırlığa ve en önemlisi, okula kavuştu. Çalışkan ve zeki Tunceli halkı, Cumhuriyet’in kendisine sağladığı olanakları değerlendirerek, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), ‘İllerde Yaşam Endeksi’ araştırmasında görüldüğü üzere, ilini eğitimde Türkiye şampiyonu yaptı.
*
Ayrıca Aleviler, Cumhuriyetle birlikte, Osmanlı'ya egemen Selefi-Sünni inancın baskısından kurtulmuş ve özgürlüklerine kavuşmuşlardır. Bu nedenle Cumhuriyet'e bağlıdırlar. Cemevlerinde Hz. Ali'nin fotoğrafının yanına, fotoğrafını asacak kadar Atatürk'ü severler. Aşık Veysel’den Mahsuni Şerif’e kadar tüm Alevi halk ozanlarının Atatürk’e övgü dolu türküleri vardır.
Fakat ülkemizi bölüp TC'yi yıkmak isteyen emperyalistler, yeni yeni bölücü odaklar oluşturmaya çalışırlar.
Önce "Sağ-Sol" diye böldüler ve 80 öncesinde 5 bin kadar insanımızı öldürdüler.
70'lerin sonlarına doğru yeni bir bölücü odak oluşturmaya karar verdiler. Maraş'ta, Malatya'da, Çorum'da, Sivas'ta Alevi-Sünni çatışmaları başlattılar. Örneğin, Sivas katliamının akşamı Alman İstihbarat Örgütü DNB, katliamın elebaşı 8 kişiyi Almanya'ya kaçırdı. Daha sonra, İnterpolden yakalama emri çıkartılmasına rağmen bu kişileri Almanya iade etmedi. Bunların hala Almanya’da yaşadıkları biliniyor…
Tüm bunlara karşın, Aleviler hükümetlere/ yöneticilere tepki göstermekle birlikte Devlete ve Atatürk'e bağlılıklarını sürdürdüler.
*
Ama emperyalistlerde oyun çoktur.
Bunun üzerine 1937-38 Tunceli isyanlarında yaşanmış acıları kullanmaya karar verdiler. Tunceli'de Alevilerin katledildiği yalanını yaymaya başladılar. İsyanın elebaşı Seyit Rıza denen halk düşmanını kahramanlaştırmaya, Atatürk'ü katliamcı olarak göstermeye başladılar. Özellikle Almanya'da Türkler arasında oldukça yaygın çalışmalar yapılmakta ve oradaki Aleviler, PKK ve diğer bölücü örgütlerle birlikte TC aleyhine kullanılmaya çalışılmaktadır. Söz konusu etkinliklerin sponsorlarını araştırdığınızda arkasında ya AB fonları ya da Alman vakıfları çıkıyor.
Cem Evlerinde Atatürk Fotoğrafının indirilip Seyit Rıza hainin fotoğrafının konulmasının iyi niyetle açıklanacak hiç bir nedeni olamaz. Bunlara en güzel yanıtı rahmetle andığımız Sevgili Kamer Genç veriyor, her yerde, her zaman, “ben Cumhuriyet’in sayesinde okudum ve buralara kadar geldim” diyordu…
Ne yazık ki Kamer Genc gibi Tuncelili olan ve onun gibi Cumhuriyet sayesinde okuyup devletin en üst makamlarına kadar çıkan Kemal Kılıçdaroğlu, TC'nin yanında değil, diğer tarafta yer alıyor…
*
Kılıçdaroğlu’nun Seyit Rıza’nın akrabası olduğu öne sürülmektedir. Zaten kendisi, ailesinin “Seyit”, yani “Peygamber soyundan geldiğini” öne sürmektedir.
Pandemi sürecinde konferans, seminer vb. etkinlikler genellikle zoom toplantı şeklinde yapıldı. Katılımcıların evlerindeki bir masada oturarak konuştuğu bu toplantılarda, Cumhuriyetçilerin genellikle arkalarına, kameranın göreceği şekilde, küçük bir Atatürk fotoğrafı koydukları görüldü.
Kılıçdaroğlu 2023 seçimleri öncesinde, uzun süre mutfağında ya da kütüphanesinde kısa video konuşmaları yapıp sosyal medyada paylaşmaya başlamıştı. Mutfağında konuşurken arkasında babasının fotoğrafı görülüyordu. Kütüphanesinde konuşurken ise tam arkasındaki bir kitap dikkati çekiyordu:
“DERSİM’İN yazılmayan hazin HİKAYESİ”
Bu görüntüye de rastlantı deyip geçebilirdik. Ancak onun içindeki en önemli belgeyi hazırlayan bizzat Kılıçdaroğlu’dur. Bu nedenle hiçbir şey rastlantı değildir!..
Kılıçdaroğlu, devlette yükselip genel müdürlüğe kadar çıktıktan sonra Dersim olaylarını aydınlatmaya karar veriyor. Bu amaçla zamanın Başbakanı Celal Bayar’la görüşmeye çalışıyor. Ama bunu başaramıyor. Bunun üzerine, o zaman İçişleri Bakanlığında göreve yeni başlamış bir müdür olan ve infazları bakanlık adına izlemek üzere bölgeye gönderilen İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşüyor.
İşte bu kitapta o görüşmeye atfedilen iddialar var: Kılıçdaroğlu, Çağlayangil’in kendisine “askerin halkı bir mağaraya doldurup içeriye zehirli gaz attığını” söylediğini iddia ediyor.
Oysa, Çağlayangil ile yaptığı konuşmanın bant kaydında, bu iddiayı Çağlayangil’e Kılıçdaroğlu’nun sorduğu; Çağlayangil’in ise “bu iddianın bir tevatür (söylenti) olduğunu” söylediği görülüyor…
Ancak Kılıçdaroğlu’nun bu iddiası Tunceli’de bir yerel gazete yayınlandığının ertesi günü Alman ARD Televizyonu, bu konuda bir program yaparak Atatürk’ü soykırım yapmakla suçladı….
*
Kılıçdaroğlu gibi, ben de doğuluyum. Kılıçdaroğlu’nun memleketine komşu olan benim memleketim de BOP haritasında ve buna göre yapılmış Barzani’nin Rudav adlı televizyonunda gösterilen haritada Kürdistan sınırları içinde görülüyor.
Kılıçdaroğlu gibi ben de Cumhuriyetimizin sağladığı olanaklarla okudum. Ben akademisyenliği seçtim. O bürokrasiyi seçmiş. İkimiz de mesleğimizde zirveye çıkmışız. Sonra ben emekli olup sade bir vatandaş olarak yaşamayı seçtim. O politikayı seçmiş ve orada da zirveye çıkmış!
Oysa Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı ben Padişahın kulu, Kılıçdaroğlu da Seyit Rıza’nın kulu olurdu. İkimiz de Atatürk sayesinde özgür birey/ yurttaş olduk.
Prof. Dr. Süleyman ÇELİK