TRÇ İttifakı Tartışılırken, Görmediğiniz Ekonomik Çin Virüsü Savaşı: Her Yıl 100 Milyar Dolarımız Nasıl Çalınıyor?
Mir Kamil KAŞGARLI
Anadolu'nun sanayi kentlerinden birinde, bir zamanlar yüzlerce ailenin ekmek kapısı olan bir fabrikanın kapısına vurulan paslı kilit... Diğer yanda, limanlara her gün binlerce konteyner boşaltan devasa gemilerin doymak bilmez iştahı... Bu iki zıt görüntü, aslında tek bir fotoğrafın iki parçasıdır. Bu fotoğraf, Türkiye'nin maruz kaldığı sessiz, kanserojen ve gayrinizami bir ekonomik işgalin röntgen filmidir. Devlet aklı, dikkatini ve kıt kaynaklarını sınır ötesindeki "gürültülü" ve görünen tehditlere odaklamışken; ülkenin ekonomik, sosyal ve teknolojik dokusunun en derin katmanlarına, mutlak bir sessizlik içinde çok daha sinsi, sabırlı ve yapısal bir virüs sızmaktadır.
Savaş, 21. yüzyılda kılık değiştirdi. Artık o, sadece sınırlarımızı zorlayan üniformalı orduların gürültüsünden ibaret değil. Önceki yazımızda, Pekin'in propaganda sirkinde palyaçoluk yapan, ruhlarını bir tabak noodle'a satan "kalem fahişelerini" gördük. Onlar gürültücüydü, mide bulandırıcıydı ama nihayetinde hastalığın sadece dışa vuran, kaşınan döküntüleriydi.
Asıl tehlike ise, derinin altında, sessizce damarlarda dolaşan, organları bir bir iflas ettiren o ölümcül virüstür. Bu “sessiz istila”nın baş mimarı, ekonomik bir dev maskesi takmış, dünyaya kendi tanrısız ve materyalist vebasını yayma hevesindeki Çin Halk Cumhuriyeti'dir. Lakin bu virüsü tanımak, onun bizi anladığı kadar bizim onu anlamadığımız acı gerçeğiyle yüzleşmeyi gerektirir. Bu virüs, bizim bildiğimiz patojenlere benzemez. Batılı patologlar, onu teşhis etmeye çalışırken adeta akıllarını yitirmiştir: Siyaset bilimci Lucian Pye, onu "tuhaf bir devlet" olarak etiketlemiş, ABD'li Madeleine Albright ise "göz ardı edilemeyecek kadar büyük, kucaklanamayacak kadar müstebit" diyerek çaresizliğini itiraf etmiştir.
Bu virüsün anlaşılmazlığının kökeninde, bizim ahlaki DNA'mıza tamamen zıt bir genetik kod yatar. Bizim medeniyetimizin mimarı Mevlâna, "Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol" diyerek dürüstlüğü bir zırh gibi kuşanmamızı öğütlerken, virüsün genetik kodunu yazan Sun-Tzu, "Askerî işler hile gerektirir; güçlüyken zayıf görün, zayıfken güçlü görün" diyerek aldatmayı ve kamuflajı bir hayatta kalma sanatına dönüştürmüştür. Bizim en ölümcül saflığımız, bu hilebaz virüsü, sözü ve özü bir olan sağlıklı bir organizma sanmamızdan kaynaklanıyor. Ve Peygamber Efendimizin "Mümin bir delikten iki kez sokulmaz" uyarısına rağmen, bu virüsün iğnesiyle defalarca zehirlenmeye devam ediyoruz.
Bu virüs operasyonun yasal zırhı, Çin'in 2017 tarihli Ulusal İstihbarat Yasası’dır. Bu yasa, sıradan bir güvenlik düzenlemesinin çok ötesinde, totaliter bir anlayışla kaleme alınmış ve tüm toplumu kapsayan bir istihbarat protokolüdür. Yasanın 7. ve 14. Maddeleri, Türkiye’deki her Çinli iş insanından her akademisyene, Huawei’den en küçük tekstil firmasına kadar her birey ve kuruma mutlak bir yükümlülük getirir: Pekin yönetimi talep ettiği an, devletin istihbarat faaliyetlerine ‘yardımcı olmak ve iş birliği yapmak.’
Bu yasal düzenleme, sıradan bir tüccarı, öğrenciyi veya turisti, Pekin’in ihtiyaç duyduğu anda aktive edeceği potansiyel bir istihbarat unsuruna, bir ‘uyuyan hücreye’ dönüştürür. Böylece 1.4 milyar Çin vatandaşı, teorik olarak devletin istihbarat servislerinin emrine hazır, devasa bir küresel virüs ağının parçası haline getirilmiştir. Bu yasanın gölgesinde, virüsün saldırı protokolü olan "Sınırsız Savaş" doktrini işlemeye başlar. Bu protokol, ticaret, finans, teknoloji ve medya gibi bedenin tüm sistemlerini potansiyel birer savaş sahası ve biyolojik silah olarak tanımlar. Nihai hedef, bedeni fiziken işgal etmek değil, çok daha alçakçası, bağışıklık sistemini ve manevi DNA'sını içten kemirerek çökertmektir. En trajik sonuç ise Doğu Türkistan'da yaşanan soykırımın, bu enfeksiyonun yarattığı zihinsel bulanıklıkla milli vicdanın kör noktasına itilmesidir.
Şimdi sahneye, bu virüsü bizzat ülkenin kan dolaşımına enjekte eden asıl failler çıkıyor: ithalatçı güruh, yani ekonomik bünyenin zehir tacirleri. Onlar, Çin'in endüstriyel atıklarını "mal" diye pazarlayan, ülkenin üretim damarlarına her gün bir doz sentetik zehir zerk eden modern zamanın torbacılarıdır. Onların işi ziyafet sofralarında değil, limanların kirli damarlarında, gümrüklerin geçirgen dokularında ve bankaların soğuk, dijital şırıngalarında biter.
ENFEKSİYONUN ANATOMİSİ: BİR MİLLİ BÜNYE NASIL BAĞIMLI HALE GETİRİLİR?
Gerçek bir sanayici, bir organizmanın sağlıklı bir hücresi gibidir. Bölünür, çoğalır, dokuyu onarır ve bünyeyi güçlendirir. Üretir, istihdam yaratır, vergi öder, ülkenin bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. Zorlanır, yorulur ama yaşam verir.
Şimdi de bizim "ithalatçı zehir tacirlerimizi " düşünün. O bir hücre değil, bir virüstür. Üretmez, var olan hücrenin içine girer, onun enerjisini çalar ve kendini kopyalamak için onu kullanır. Klimalı ofisinden, Çin'in sanayi lağımından topladığı milyonlarca değersiz ürünü, parlak ambalajlara sarılmış birer zehir kapsülü olarak sipariş eder. Onun tek amacı, bu zehri en ucuz yoldan bünyeye sokmak ve en yüksek kârla satmaktır.
Bu zehir tacirlerinin eylemi, basit bir ticaret değildir; bu, yerli sanayinin mezar kazıcılığıdır. Onların limana yanaştırdığı her konteyner, Anadolu'daki bir atölyenin kapısına vurulan bir kilittir. Çin'in devlet sübvansiyonlarıyla ve bazen de köle işçilikle zehirlenmiş fiyatlarla piyasaya boşalttıkları her mal, alın teriyle ayakta durmaya çalışan bir KOBİ'nin ölüm fermanıdır. Bu bir rekabet değil, bir infazdır. Onlar klimalı ofislerinde tek bir tuşla milyon dolarlık servetler kazanırken, bu ülkenin üretim ruhunu, usta-çırak geleneğini ve sanayi hafızasını boğarlar. İthalatçının kârı, yerli üreticinin iflas masasına bıraktığı gözyaşı ve borç senedidir. Bu parazit güruh, kendi milletinin üretim damarlarını keserek beslenir ve bu eylemlerinin adı ekonomik faaliyet değil, düpedüz ekonomik ihanettir.
Gerçek sanayici, bu topraklara kök salar; kaderini milletinin kaderiyle bir görür. Fabrikasının bacası, ülkenin nefes borusudur. İthalatçı zehir taciri ise köksüzdür; onun vatanı, kâr marjının en yüksek olduğu yerdir. Birincisi bu gemiyi yüzdürmek için ter dökerken, ikincisi daha hızlı batsın da hurdalarını ucuza toplayayım diye geminin dibini deler. Bu yüzden yaptıkları işin adı ticaret değil, ekonomik sabotajdır.
Bu enfeksiyonun yayılması için en ideal zemin, iki ülke arasındaki devasa, irin dolu dış ticaret açığıdır. Bu açık, piyasa dinamiklerinin masum bir sonucu değil, Pekin tarafından bilinçli olarak yönetilen, Avustralya ve Litvan vakalarında görüldüğü gibi, politik baskı ve şantaj için kullanılan asimetrik bir silahtır. Bu zayıflatılmış bünye, virüsün ilk iğnesi için mükemmel bir hedeftir.
Zehirlenme Protokolü – Milli Bünyenin Adım Adım İflası
1. Adım: Faust'un Şırıngası ve KOBİ Felci
Virüsün ilk hedefi, bağışıklık sisteminin en hareketli ama en savunmasız askerleri olan KOBİ'lerdir. Süreç, yüksek enflasyon altında ezilen Türk ithalatçısının, reddedilmesi zor bir "Faustvari pazarlığa" (şeytanla yapılan pazarlık) zorlanmasıyla başlar. Çinli tedarikçiler, mal bedelinin %80'lere varan bir kısmının, tüm resmi kanallar bypass edilerek, elden ve nakit döviz olarak ödenmesini talep eder. Bu zehirli iğneyi tatlı göstermek adına, virüs bir dizi sofistike ‘yem’ sunar: Rekabette avantaj sağlayacak kadar büyük bir ‘Nakit İskontosu’ cazibesi; daha az gümrük vergisi ödeten ‘Resmi Fatura Kolaylığı’ tuzağı; ve bu fırsatı kaçırmanın büyük bir dezavantaj olacağı yönündeki psikolojik baskı... Bu teklifi kabul eden bir Türk şirketi, kısa vadeli bir kâr elde ettiğini zannederken, aslında kendi "şantaj dosyasını" kendi elleriyle Çin istihbaratına teslim eder. O andan itibaren şirket, Vergi Kaçakçılığı, Suç Gelirlerinin Aklanması ve Gümrük Kaçakçılığı gibi kangrenli suçların faili konumuna düşer. Bu, şirketin ekonomik beyin ölümünün gerçekleştiği andır; artık kendi iradesiyle hareket eden sağlıklı bir hücre değil, şantaj dosyasıyla Pekin tarafından yönetilen bir 'zombi hücre'dir.
2. Adım: "TAKAS" Sistemi ve Kripto-Vebası - Virüsün Gölge Dolaşım Ağı
Peki, Türkiye'de biriken bu milyonlarca dolarlık kirli ve zehirli kan, Çin'deki ana virüs yuvasına nasıl ulaşır? İşte bu noktada, operasyonun dâhiyane ve karanlık kalbi olan "Takas" adı verilen gölge dolaşım sistemi devreye girer. Bu sistem, küresel otoritelerin "Ticarete Dayalı Kara Para Aklama" (TBML) olarak tanımladığı kangrenli yapının, devlet destekli ve istihbarat güdümlü en sofistike versiyonudur. Bu ağın kasaları, birer hayalet gibi, Kapalıçarşı, Tahtakale, Laleli, Merter gibi nakit akışının ve kayıt dışılığın yoğun, denetim mekanizmalarının ise zayıf olduğu bölgelerde, yani bedenin denetimsiz lenf düğümlerinde konuşlanmıştır. Mekanizma, virüsün bir dehasıdır: İstanbul'daki bir ithalatçı, Kapalıçarşı'daki bir aracıya elden 800.000 Dolar teslim eder. Aracı, bu zehirli kanı aldığını şifreli bir mesajla Çin'deki ağa bildirir. Bu teyit üzerine, Çin'deki ana bünye, Şangay'daki tedarikçiye yerel kaynaklarından ödeme yapar. Para, bedenin denetim mekanizmalarına yakalanmadan, fiziken ülke sınırı geçmeden uluslararası bir transferle aklanmış olur.
Ancak virüs sürekli mutasyona uğrar ve bedenin savunma mekanizmalarını atlatmak için daha da sinsi yöntemler geliştirir. "Takas" sisteminin fiziksel ve güvene dayalı yapısını tamamlayan, hatta bazen ondan daha hızlı ve takip edilemez olan yeni mutasyonun adı Bitcoin ve onun dijital türevleri olan kripto-vebasıdır. Bu, virüsün finansal saldırı arsenaline eklediği en modern şırıngadır. Kapalıçarşı'da toplanan o fiziki, irin dolu nakit, burada bir simya işleminden geçirilerek Bitcoin gibi dijital hayaletlere dönüştürülür. Bu andan itibaren para, milli egemenliğin ve mali denetimin hiçbir antikorunun yaşayamadığı, merkeziyetsiz bir dijital evrene, kriptografik bir labirente salınır. Bu dijital hayaletler, MASAK gibi kurumların geleneksel tarama yöntemlerinin asla tespit edemeyeceği bir hızla, saniyeler içinde binlerce kilometre ötedeki bir dijital cüzdana ışınlanır. Orada tekrar fiziki paraya dönüştürülerek Ankara'daki bir muhbirin maaşını öder veya Çin'in Türkiye'deki başka bir kirli operasyonunu finanse eder. Bu kripto-vebası, "Takas" sistemiyle birlikte, zehir tacirlerine hem büyük ve hantal kan transferleri için bir ana damar, hem de küçük, hızlı ve cerrahi operasyonlar için görünmez bir kılcal damar ağı sunar. Bu ikili yapı, virüsün finansal dolaşım sistemini neredeyse kusursuz ve takip edilemez kılar.
Bu gölge dolaşım ağı, sadece bir vergi kaçırma veya kara para aklama şebekesi değildir; bu, milli egemenliğin kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu kanallar aracılığıyla kayıtsızca dolaşan her bir dolar, sadece ülkenin vergi kaybı değil, aynı zamanda Çin istihbaratının Türkiye içindeki operasyonlarını finanse eden, yerli işbirlikçilere rüşvet dağıtan ve milli menfaatlere karşı çalışan propaganda aygıtlarını besleyen birer mermiye dönüşmektedir. Dolayısıyla, Kapalıçarşı'nın dehlizlerinde el değiştiren o para, sadece bir ithalatçının gayriresmi ödemesi değil, aynı zamanda Pekin'in Ankara'daki etki operasyonlarının görünmez yakıtıdır.
3. Adım: Dijital ve Lojistik Metastaz – Soykırım Ekonomisi ve Borç Tuzağı
Zehirlenmenin en modern cephesi, Alibaba ve Temu gibi e-ticaret platformları denilen dijital şırıngalarla yürütülür. ABD Temsilciler Meclisi raporları, bu platformların damarlarında, Uygur Türklerinin zorla çalıştırıldığı soykırım ekonomisinin kanının dolaştığına dair ezici kanıtlar sunmaktadır. Bu e-ticaret siteleri, birer dijital şırınga gibi, soykırımın zehirli kanını doğrudan tüketicinin damarlarına enjekte etmektedir.
Bir diğer kanserli doku ise Çin'in "Bir Kuşak, Bir Yol" projesinin parlak vitrininin arkasına gizlenmiş "Borç Tuzağı Diplomasisi" denilen parazitlik yöntemidir. Sistem, bir tefecinin soğukkanlılığıyla işler: Virüs, bünyesi zaten zayıf düşmüş ülkelere, parlak ambalajlı ama ölümcül dozda kredi zehri sunar. Bu zehirli krediyi alan beden, borcunu ödeyemediğinde, virüs bir karşılık bekler: Limanlar (bedenin akciğerleri), demiryolları (ana atardamarlar) ve enerji santralleri (kalp) gibi en stratejik organların kontrolünü ele geçirir. Sri Lanka'nın Hambantota Limanı'nın 99 yıllığına bir Çinli şirketin eline geçmesi ve ya Tacikistan’ın ödeyemediği borç karşılığında 2000 kilometre kare vatan toprağını Çin'e devir etmesi, bu patolojik sürecin sonunda organın iflas ettiğini gösteren bir otopsi raporudur ve bizim körleşmiş gözlerimizin önünde durmaktadır.
Bu sistematik zehirleme, aynı zamanda bir aldatma sanatı, bir illüzyondur. Çin, Varyag Savaş Gemisi'ni "turistik otel olacak" yalanıyla Boğaz'dan geçirirken bir yandan 2 milyon turist vaat eder; "Her Çinliye bir fındık yedireceğiz" masalıyla sanayicinin gözünü boyar; BYD otomotiv deviyle Manisa'ya bir milyar dolarlık fabrika kurma sözü verir. Bunlar, virüsün, bedenin bağışıklık sistemini oyalamak için salgıladığı tatlı ama yalancı nörotransmitterlerdir. Beden, bu sahte mutluluk vaatleriyle meşgulken, virüs sessizce en derin dokulara sızar. O kurulmayan fabrika, aslında kurulacak sağlıklı bir organ vaadiyle, ülkenin kan dolaşımından milyarlarca doları fahiş fiyatlarla hortumlamak için açılmış devasa bir yaradan başka bir şey değildir.
4. Adım: Sistemik Çöküş ve Ekonomik Beyin Ölümü
Ve son perde. Her yıl Çin'e akan o kayıtlı 40 milyar dolarlık döviz, takas ve kripto para sistemiyle kayıtsız gizlice yer değiştiren 100 milyar dolara yakın servetimiz ise bünyeden çekilen kandır. Bu sürekli kan kaybı, kaçınılmaz olarak sistemik çöküşe yol açar. Cari açık, yani durdurulamayan iç kanama, ülkeyi bitkin düşürür. Ekonomik bağımsızlık, yani beyin fonksiyonları, yavaş yavaş durur. Ülke, artık kendi kararlarını alamayan, dışarıdan gelecek bir sonraki "doza" muhtaç, bitkisel hayatta bir hastaya döner. İşte bu, zehir tacirlerinin "altın vuruşudur". Onlar bu çöküşten elde ettikleri servetle kendilerine yeni ve sağlıklı bir hayat kurarken, geride komadaki bir ulus bırakırlar.
ZİHİNSEL VE TEKNOLOJİK FELÇ: MİLLİ BÜNYENİN SİNİR SİSTEMİNİN İŞGALİ
Ekonomik kanser, operasyonun sadece bedeni çürüten kısmıdır. Asıl savaş, bir milletin düşünme biçimini, teknolojik bağımsızlığını ve en mahrem sırlarını, yani dijital sinir sistemini ve beynini hedef alır.
1. Dijital Omurganın Zaptı: Huawei, ZTE ve 5G'nin Ardındaki Virüs
Bir devletin sinir sistemi, onun iletişim altyapısıdır. Bu dijital omurga kimin kontrolündeyse, devletin mahremiyeti, sırları ve kriz anındaki refleksleri de onun elindedir. Çin'in Ulusal İstihbarat Yasası'nın genetik kodu, Huawei ve ZTE gibi şirketleri, Pekin istediği an bu sinir sistemine sızacak birer nörotoksine dönüştürür. Bu şirketlerin patoloji raporu kabarıktır: ZTE’nin İngiltere’deki ifşa olmuş casusluk faaliyeti ve ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarını kasten delerek yasa dışı teknoloji satışı yapmaktan suçlu bulunması, bu virüsün uluslararası hukuku kendi genetik çıkarları doğrultusunda nasıl pervasızca hiçe saydığını gösterir. Daha da vahimi, Pekin'in inşa ettiği Afrika Birliği merkezindeki verilerin, Huawei tarafından kurulan sistemlerce beş yıl boyunca her gece Şanghay'daki ana virüs yuvasına aktarıldığı kanıtlanmıştır. Bu, bir bedenin merkezi sinir sisteminin nasıl ele geçirilebileceğinin klinik bir kaydıdır. ABD, İngiltere, Japonya gibi nice sağlıklı bünye, bu patojeni "kabul edilemez bir risk" olarak tanımlayıp bağışıklık sistemlerini harekete geçirerek bu virüsü 5G altyapılarından atmıştır. Biz ise bu omurgayı, sicili bu kadar karanlık, genetik olarak casusluğa kodlanmış bir virüse teslim etmenin eşiğindeyiz. Bu, bir hırsıza beyninize giden sinirlerin ana şalterini teslim etmekten farksızdır.
2. Akademik Yağma: Üniversitelerdeki Retrovirüsler
Bir milletin en büyük hazinesi tankları değil, imanlı ve zeki gençlerinin beynindeki nöronlardır. Çin, bu hazineyi, "kültürel tanıtım" gibi masum bir protein kılıfına gizlenmiş Konfüçyüs Enstitüleri gibi retrovirüslerle hedef almaktadır. Bu yapılar, bedenin en kutsal bilgi üretim merkezleri olan üniversitelerin entelektüel DNA'sına sızar. Orada, Pekin'in propaganda kodunu kopyalayarak, bedenin kendi hücrelerini (akademisyenleri, öğrencileri) virüsün taşıyıcısı haline getirir. Batı'daki birçok sağlıklı bünye, bu retrovirüslerin akademik özgürlüğü nasıl bir kansere çevirdiğini ve casusluk için bir üreme alanı oluşturduğunu fark edip bu yapıları bir bir bünyelerinden söküp atmaktadır. Bu virüsler, Çin’in ‘Bin Yetenek Planı’ gibi programlarla bedenin en parlak kök hücrelerini (beyinlerini) emer, onları kendi laboratuvarlarında inceler ve sonra ülkeye, farkında olmadan Çin’in ajandasına hizmet eden ‘enfekte olmuş bilgi taşıyıcıları’ olarak geri gönderir.
ALGININ ESİR ALINMASI: VİCDANIN İLTİHAPLANMASI VE OTOMİMMÜN HASTALIĞI
Ekonomik ve teknolojik felç, vicdanın ve aklın iltihaplanmasıyla tamamlanır. Bu cephede amaç, zihinsel DNA'yı yeniden kodlamak, gerçekleri bir sis perdesi arkasında boğmak ve Doğu Türkistan'daki soykırımı, bedenin fark etmeyeceği kadar normal bir iltihaba dönüştürmektir.
Çin'in propaganda virüsü, Anadolu Ajansı (AA) gibi bedenin kendi atardamarlarına sızarak, Pekin'de üretilmiş zehirli metinleri "haber" kılığında tüm vücuda pompalar. Bu, siyanürün içme suyuna karıştırılmasıdır. Lakin en trajik olan, bedenin kendi bağışıklık sisteminin çökerek kendine saldırmasıdır. Vatan Partisi ve benzeri "Avrasyacı" yapılar, bir otomimmün hastalığı gibi, bedenin kendi savunma hücreleri olmaları gerekirken, işgalci virüsü savunmaya başlarlar. Toplama kamplarını ve soykırımı "ABD yalanı" olarak etiketleyerek, virüsün en ölümcül saldırılarını "başarılı bir tedavi" gibi pazarlarlar. Bu, bedenin kendi aklıyla ve vicdanıyla intihar etmesidir.
METASTAZ: SAHADAKİ SAVAŞ, ORGANİZE SUÇ VE AHLAKİ ÇÜRÜME
Propagandanın yarattığı bu zihinsel felcin gölgesinde, virüsün saha operasyonları, yani metastaz başlar. MİT'in operasyonlarıyla deşifre edilen casusluk şebekeleri, bu metastazın somut kanıtıdır.
Çin istihbaratı, ‘hayalet baz istasyonları’ (IMSI Catcher) denilen mikroskobik iğnelerle, başta Uygur Türkleri olmak üzere hedeflerin sinir sistemine sızarak tüm iletişimlerini dinlemiştir. Deşifre edilen bu kanserli hücrelerin, bedende zaten var olan diğer hastalıklarla, yani organize suç ve mafya ile simbiyotik bir ilişki kurduğu tespit edilmiştir. Bu, virüsün, bedenin mevcut zayıflıklarını kullanarak kendini daha da güçlendirmesi ve tedaviyi imkansız hale getirmesidir. İnterpol tarafından aranan Çinli suç baronlarının İstanbul'da yakalanması, virüsün Türkiye'ye sadece casus değil, aynı zamanda organize suç metastazı yaptığını kanıtlamaktadır.
Operasyonun en alçakça boyutu ise, bedenin ruhuna, kardeşlik dokusuna saldırmasıdır. Çin istihbaratı, Türkiye'deki bir Uygur'a, Doğu Türkistan'daki ailesini bir neşter gibi kalbine dayayarak şantaj yapar. Bir insanı, ailesinin hayatıyla tehdit edip vatanına ve davasına ihanet etmeye zorlamak, ahlaki çürümenin son evresidir.
RADİKAL TEDAVİ PROTOKOLÜ: SIFIR KAYIP İLKESİYLE NEŞTERİ VURMAK
Peki, bu kangrenli doku kaderimiz mi? Bedenin bu sessiz istilaya teslim olmasına izin mi vereceğiz? Asla. Tedavi, ağrı kesicilerle olmaz. Tedavi, cerrahidir, radikaldir ve acımasızdır. "Sıfır Kayıp İlkesi" burada devreye girer: Çin Virüsünün kazandığı her kuruş, ülkenin kaybettiği bir damla candır. Bu, sadece ekonomik değil, aynı zamanda hukuki, teknolojik ve diplomatik cepheleri olan topyekûn bir arınma savaşıdır. İşte o acımasız ama hayat kurtaracak reçete:
Bu radikal tedavi protokolüne karşı, 'korumacılığın serbest piyasayı baltalayacağı' veya 'tüketicinin ucuz mala erişimini engelleyeceği' gibi sesler yükselecektir. Bu, kanserli bir hastaya 'cerrahi müdahale bedenin bütünlüğünü bozar' demekle eşdeğer bir ahmaklıktır. Söz konusu olan, keyfi bir piyasa tercihi değil, ekonomik bir ölüm kalım savaşıdır. Bugün birkaç kuruş daha ucuza alınan bir malın bedeli, yarın kapanan bir fabrika, işsiz kalan binlerce insan ve nihayetinde Pekin'e teslim edilen ekonomik bağımsızlıktır. Bu zehirli denklemin neresinde 'tüketici menfaati' vardır? Bu, kısa vadeli bir rahatlama için uzun vadeli bir köleliğe razı olmaktır.
1. AŞAMA: Karantina ve Dezenfeksiyon (Zehir Girişinin Acilen Kesilmesi)
Ekonomik ve Finansal Cephe:
Akıllı Gümrük Bisturisi: Çin'den gelen ve Türkiye'de muadili üretilen her ürüne, ithalatçının kâr marjını sıfırlayacak kadar acımasız bir "Anti-Parazit Vergisi" konulmalıdır.
Anti-Damping Cerrahi Müdahalesi: Çin'in maliyetinin altında sattığı ürünlere yönelik anti-damping soruşturmaları yıldırım hızıyla başlatılmalıdır.
Dijital Gümrük Kalkanı: Alibaba, Temu gibi platformlardan gelen Çin menşeli ürünler için vergi muafiyeti tamamen kaldırılmalı, her bir ürün gerçekçi gümrük denetimine tabi tutulmalıdır.
Finansal Zırh ve Kripto Ablukası: "Takas" ve kripto-vebası kanallarını hedef alan yasalar sertleştirilmeli, kripto borsalarına şüpheli işlemleri anında dondurma ve bildirme yükümlülüğü getirilmelidir.
Teknolojik ve Stratejik Cephe:
Standart Koterizasyonu (Yakarak Temizleme): Türkiye'ye girecek her ürün, en katı AB (CE) ve Milli (TSE) Standartlarına istisnasız tabi tutulmalıdır. Kanserojen, güvensiz, standart dışı her ürün gümrükte imha edilmelidir.
Stratejik İhale Ambargosu: Savunma, enerji, sağlık ve iletişim gibi kritik kamu ihalelerinde Çin menşeli teknoloji ürünlerinin kullanımı kesin olarak yasaklanmalıdır.
2. AŞAMA: Sistemik Detoks ve Bağışıklık Güçlendirme (Vücudun Kendini Onarması)
Sanayi ve Kalkınma Cephesi:
Yerli Üretim Serum Tedavisi: Kamu alımlarında ilke, "en ucuz" ihaneti değil, "Milli Üretim Önceliği" olmalıdır. Bu ihanetin en acıklı ve ironik örneklerinden biri, adeta zehirli bir bürokratik geleneğe dönüşmüş durumdadır. Türkiye'de il-ilçe belediye başkanlarından milletvekillerine, bakanlardan en üst makamlara kadar bütün yetkililer, karşılaştıkları her çocuğa Çin malı oyuncaklar hediye etmektedir. Devlet ve hükümet kurumları, sadece bu hediye dağıtımları için her yıl Çin'den milyonlarca dolarlık oyuncak ithal etmekte ya da bu oyuncakları doğrudan ithalatçı zehir tacirlerinden satın almaktadır. Bu eylem, en masum zihinlere, yani çocuklarımıza, devletin en tepesinden Çin ürünlerine yönelik bir teşvik ve hayranlık zerk etmektir. Türkiye, en değerli varlığı olan çocuklarına yerli üretimi sevdirmek yerine, Çin'e akan milyonlarca dolarla kendi sanayisinin mezarını kazmaktadır. Yapılması gereken bellidir: Çin'e akan bu servet derhal kesilmeli ve yerli oyuncak üreticisini desteklemek için kullanılmalıdır. Çocuklarımızın eline Çin'in plastik çöpleri değil, kendi kültürümüzü ve değerlerimizi yansıtan, milli kahramanlarımızın figürleri, devletimizi ve bayrağımızı sevdiren sembolik hediyeler tutuşturulmalıdır. Devlet, ithal ürün yerine %50 daha pahalı bile olsa yerli ürünü tercih etmek zorundadır. Bu fark, milli sanayinin damarlarına enjekte edilen canlandırıcı bir serumdur.
Milli Üretim Kuluçka Fonu: Anti-parazit vergilerinden elde edilecek gelir, Çin'den ithal edilen kritik ürünleri Türkiye'de üretme taahhüdü veren sanayicilere sıfır faizli kredi, vergi muafiyeti ve bedelsiz arsa olarak sunulmalıdır.
Stratejik Hücre Rejenerasyonu: Bu kritik ara malları üretecek sanayiciler "milli kahraman" ilan edilmeli; onlara vergi değil, prim verilmelidir.
İnsan Kaynağı ve Eğitim Cephesi:
Milli Teknoloji Seferberliği ve Akademik Kalkan: 5G gibi dijital sinir sistemlerinde ULAK, ASELSAN gibi milli şirketler tekel oluşturacak şekilde desteklenmelidir. Konfüçyüs Enstitüsü gibi retrovirüs yuvaları ya kapatılmalı ya da MİT denetimine tabi hale getirilmelidir.
Milli Beyin Geri Kazanım Programı: Yurtdışındaki yetenekli Türk mühendis ve bilim insanlarını geri getirmek için rekabetçi maaşlar ve bürokrasiden arındırılmış çalışma ortamları sunan bir seferberlik başlatılmalıdır.
3. AŞAMA: Parazitlerin Tasfiyesi ve Milli Direniş (İhanetin Bedelinin Ödetilmesi)
Hukuki ve İstihbari Cephe:
Kızıl Ejder Görev Gücü: MİT, Emniyet, MASAK ve ilgili bakanlıklar bünyesinde, virüsün dilini bilen uzmanlardan oluşan ortak bir birim kurulmalı; görevi, virüsün Türkiye'deki bütüncül ekosistemini çökertmek olmalıdır.
Ekonomik Sabotaj Yasası'nın Çıkarılması: Düşük fatura, "takas" sistemi gibi eylemler, basit vergi suçundan çıkarılıp, "Milli Ekonomiye ve Güvenliğe Karşı İşlenmiş Suçlar" kapsamına alınmalı, cezası servete el koyma ve ağırlaştırılmış hapis olmalıdır.
Vurgun Vergisinin İhdası: Son 10 yılda sadece Çin'den ithalat yaparak servetine servet katanlara geriye dönük, özel bir "Üretimden Kaçınma ve Milli Serveti Eritme Vergisi" getirilmelidir.
Toplumsal ve Diplomatik Cephe:
Toplumsal Antikor Geliştirme: STK'lar ve medya aracılığıyla "Etiketini Oku, Üreteni Koru" gibi ulusal kampanyalar başlatılmalıdır.
Stratejik Mağdurlar İttifakı: Türkiye, Çin'in "Borç Tuzağı" ve ekonomik baskısından muzdarip ülkelerle, Pekin'e karşı ortak bir diplomatik cephe oluşturmalıdır.
SONUÇ: YA İSTİKLAL YA İZMİHLAL - GO OYUNU VE MİLLİ BÜNYENİN BOĞULMASI
Bu, bir tercih meselesidir. Biz satranç oynuyoruz ve Çinin de satranç oynadığını zannediyoruz, oysa Çin ise Go oynuyor. Satranç, rakibin şahını yok etmeye odaklı bir imha oyunudur; cerrahi bir operasyona benzer. Go ise, rakibin taşlarını yok etmeden, yavaş yavaş tahtanın üzerine yayılarak rakibin hareket alanını daraltma ve onu kuşatarak boğma oyunudur. Bu, bir kanserin sağlıklı dokuyu yavaş yavaş sararak onu nefessiz bırakmasına benzer. Ankara, Akdeniz'de bir piyon kazandığını düşünürken, Çin, Go oynar gibi, sessizce ülkenin içindeki bir bankadan hisse alır (bir taş), bir üniversiteyle anlaşma yapar (bir taş daha), Borsa'ya bir fon sokar (üçüncü taş). Yıllar sonra arkamızı döndüğümüzde, milli bünyenin kuşatıldığını ve hareket edecek damarı kalmadığını görürüz.
Ya bu kangrenin bütün bedeni sarmasına izin verip, ekonomik olarak Pekin'in bir vilayetine dönüşeceğiz ya da neşteri elimize alıp, acısa da, kanasa da o çürümüş dokuyu kesip atacağız.
Zehir tacirleri ve onların Pekin'deki efendileri şunu asla unutmasın: Tarih, kendi milletinin kuyusunu kazanların hazin sonlarıyla doludur. Hiçbir virüs, içinde yaşadığı bedeni öldürdükten sonra hayatta kalamaz. Siz de bu ülkenin son üretim damarını kuruttuğunuzda, üzerinde asalak gibi yaşayacağınız bir konak bulamayacaksınız. O gün, kaçtığınız verginin, akladığınız paranın ve kazandığınız servetin hiçbir hükmü kalmayacak. Çünkü bu millet, ihaneti asla unutmaz. Ve size keseceği fatura, ne banka hesaplarınıza sığar ne de satın