Hayat bir oyun sahnesidir! Var mısın? Yok musun?
Hayat sahnesinin ışıkları yandığı ve sıranın size geldiği işareti geldiği zaman, ne yaparsanız yapın rol dışına isteseniz de çıkamıyorsunuz. Çünkü attığınız her adım, söylediğiniz her söz ve yaptığınız her hareket, zaten sizin kendi rolünüz olarak kayıtlara geçiyor olacaktır.
tum1haber/medya/Vedat Kan/ÖZEL
İşte böyle bir ortam içerisinde ister istemez hayat “bir oyun sahnesi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimi zaman gülüp, eğlenip, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız ve kimi zaman da acı çekip, üzülüp, zamanın her bir salisesinin asırlara meydan okuyan hükmüne boyun eğdiğimiz…
Hayat ne kadar acımasız olur ise olsun, yine kendi çerçevesinde üretmiş olduğu “unutma” özelliğini belli bir aşamadan sonra devreye koyarak, yaşattığı her acıyı bir nebze olsun unutturup, insanlara nefes almaları hususunda, yaşama dâhil olmaları hususunda yeni bir fırsat kapısı da açmayı ihmal etmemektedir. Kimileri bu döngünün adına tecrübe diye isim takarken, kimileri de alın yazgısı, kader diyerek bir şekilde kendilerini avutmaktadırlar.

Ancak adı ne olur ise olsun veya ne konulur ise konulsun, gerçek olan tek şey; bu hayat sahnesinde yaşanmış, yaşanan ve dahi yaşanacak bir oyunumuzun olduğudur. Oyunun hangi bölümünün bizimle ilgili olduğunu tespit etme gibi bir tasarrufumuz olmadığı gibi değiştirme imkânımız da, ne yazıktır ki bulunmamaktadır.
Tek gerçek vardır; sırası gelen ve oyunu bitenin sahneden aşağıya ineceğidir…
Acıyı tanıyan insanlar vardır.
Kederlenmenin ve çaresizliğin doruk noktalarında gezinirken, acizliğin tavan yaptığı anlarda üzüntünün her bir damlasını yudumlayan insanlar vardır. Kabullenişin, kabul edilemeyen maddelerini sorgulayan insanlar vardır.
Tıpkı ölümü tanıyan insanlarımız gibi.
Sen; ne kadar iyi bir hatip olur isen ol, anlatamazsın onlara ölüm nedir, niçin vardır? Diye. Çünkü onlar ölümü damarlarındaki kan hücrelerinin her birinde yaşayarak öğrenmişlerdir. Boşuna yorulup kelimeleri harcamana gerek kalmaz.
O tür insanlara ölüm hep tanıdık gelmiştir…
Tıpkı sevinci tanıyan ve yaşayan insanların olduğu gibi…
Yüreklerinde ne kadar birikmiş acı olsa da, hüzün olsa da, dışarıya yansıtılmayan ve bir o kadar da dışarıdan bakıldığı zaman, net bir şekilde huzur kokan insanlar vardır. Yanınıza geldiği andan itibaren gerçek manada rahatlama ve güven ferahlığına kavuştuğunuzu hissettiren insanlar vardır. Onu görmek için can attığınız, yanınızda bulunması için her daim dua ettiğiniz ve yokluğunda bir parçanızın eksik kaldığı duygusuyla ezildiğiniz biri…
Evet Acun Ilıcalı’dan bahsediyoruz.
Hayatı bir oyun sahnesi gibi gören.
Ve hayata, her yenildiğinde yeniden kafa tutarak; bütün risklerine göz kırpmadan “Var mısın / Yok musun?” Diye inadına, inadına soran adamdan bahsediyoruz…
Ölümü tanıyan, hüznün her basamağında mola verip, zamanı olan ve yokluğun çemberinde kadere aşşık sallayan bir isim olan Acun’dan.
Neşelenmek bir yana, gerçek manada neşenin ta kendisi olan ve bulunduğu her ortamda ilaç niyetine şifa dağıtan bir isim olan Acun’dan.
Hayat tecrübesi dediğimiz, tecrübe ve başarı kelimesinin yaşayan ender örneklerinden kabul edilecek olan ve hayatı her daim; var mısın/ yok musun formatıyla sorgulayan Acun’dan.
İş insanı olan, ticaret erbabı olan, serbest meslek kavramında bitişlerine rağmen inadına her daim çığır açan ve attığı her adımda başarısız dahi olsa, umudun ta kendisi olan Acun’dan.
Medya sektörüne ek olarak başlamış olduğu ve büyük oranda risk alarak başarılı bir şekilde ilerleterek devam ettirdiği sağlık, kozmetik, dijital platformlar, eğitim, tekstil, futbol ve e-ticaret gibi sektörlerde de dünya çapında yatırımları bulunan Acun’dan.
Sırf futbola olan aşkından dolayı kendisine ait futbol takımı olan Acun’dan bahsediyoruz.
İnsan olduğu için, yanında bulunan veya denk gelen hemen herkesin dertleriyle bire bir ilgilenen, insanları gerçek manada yapmacıksız ve her hangi bir beklenti içerisine girmeden seven ve o doğrultuda birçok sosyal sorumluluk projeleri olan ve bu projeler sayesinde sivil toplum kuruluşlarına, insanlara ve sıkıntısı olanlara destek olan bir isim olan Acun’dan bahsediyoruz…
Ali Acun Ilıcalı; 1969 yılının Mayıs ayının sonlarında, 29 unda Edirne’de İlknur ve Ergün çiftinin çocuğu olarak dünyaya gelmesine rağmen; aslen Erzurum’lu olup, Aziziye İlçesinde soyadlarından geldiği gibi Ilıcalı’dır. Erzurum’da köklü bir aileden gelen Acun, başta amcaları Prof. Dr. Mustafa Ilıcalı ve merhum Nazmi Ilıcalı gibi kendisi de Erzurum ve Erzurum insanı için maddi ve manevi olarak birçok sosyal projede yer almış, birçok etkinlik içerisinde bu şehir ve insanına katkı sağlamıştır.

Özel yaşantı hayatında her ne kadar inişli ve çıkışlı bir grafiğe sahip olsa da, bu şehir ve insanı gözünde farklı bir yeri olan Acun Ilıcalı’ nın, bu şehir ile isimlendirilen varlığı kesinlikle inkâr edilemeyecek derecede değerlidir.
Halk arasında gerçek manada sevilen ve bu sevgi bağlarının korunmasında çabaları takdir edilen Dadaş Acun bu şehre olan sevgisi, sadakati ve bağlılığı neticesinde her daim bir Erzurum Sevdalısı olarak görülmektedir.
Bu şehir için “Palandöken” nasıl ki bir efsane ve marka olarak karşımıza çıkıyor ise vakarı benzeri olan Acun için de aynı duygu ve düşünceleri düşünmemek elbette ki olmazdı.
Bir insanın; bu şehrin binlerce yıllık tarihinin altın harfli sayfalarında yer almasına sebep olan tek şey, insanlığa olan, bu şehrin insanına olan ve bu şehire olan sevgisinden geçmektedir. Bu durum fazlasıyla sende var Acun.
Yine ve yeniden Var mısın / Yok musun diye sormadan; Palandöken Dağının vakarını bakışlarında ve gülümsemesinde saklayan adam, iyi ki varsın ve iyi ki bu şehrin Palandöken Dağı misali arkasındasın.