Halimiz gerçekten itten beter… Ama nedense keyfimiz paşada da değil. İkisi arasında sıkışmış, ne acısını tam yaşayan ne de keyfini hak eden tuhaf bir ara nesiliz. Herkesin şikâyet ettiği ama kimsenin elini sıcak sudan soğuk suya sokmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Öyle ki, dertlerimiz Everest kadar büyük, çare arayışımız ise kum tanesi kadar küçük. Hattâ belki o da değil; kum tanesini bile rüzgâr kaldırır, bizim umudumuzu kalkındıran rüzgâr bile yok.
Sokakta herkesin yüzünde aynı ifade: “Ben bittim.” Ama içeri girince rol değişiyor: “Benim gibi rahatı yok.” Çelişki artık yaşam biçimi olmuş durumda. İnsanlar mutsuz ama rahat; yorgun ama koltuktan kalkamayacak kadar konfor düşkünü. En çok da bu rahatsız konfor hâli mahvediyor bizi: Dibe vuruyoruz ama dipte oturmaya bir sandalye, bir yastık buluyoruz; sonra da hiç kalkmıyoruz.
Birisi çıkıp “Arkadaşlar, böyle gitmez” dese, kalabalıktan biri hemen cevap yetiştiriyor: “Doğru söylüyorsun da… şimdi sırası mı?” Evet, her şeyin sırası gelir de, bizde sıra bir türlü gelmez. Ya işler “biraz iyi” olduğu için bekleriz ya da “biraz kötü” olduğu için. Orta yol yok, karar yok, hareket yok… Sadece bekleyen bir kitle var. Bekliyoruz ki biri gelsin bizi kurtarsın. Kim gelsin? Belli değil. Ne yapsın? O da belli değil. Sadece biri gelsin… Çünkü biz kendi derdimizi çözmekle uğraşamayacak kadar meşgulüz: Dert yanmakla.
Bir de şu var: Hepimiz şikâyetçiyiz ama kimse suçlu değil. Trafik berbat, ama herkes “trafik yüzünden geç kaldım” diyor; sanki direksiyon boş duruyor. Ekonomi kötü, ama herkes masum tüketici rolünde; kredi kartını dolduran da o değil, 15 binlik telefona kredi çeken de sanki başkası. Ahlaki çürümeden herkes rahatsız ama sıra kendine gelince “Benimki mecburiyetten” deyip sıyrılıyor.
Yani kimse suçlu değil… Ama nedense memleket batmış durumda.
E demek ki görünmez suçlular yaşıyor aramızda. Belki bizizdir?
Bir ülkenin gerçek fotoğrafını görmek istiyorsan, sabah işe giden insanların yüzüne bak. Herkes aynı: Uykusuz, bezgin, hayattan dayak yemiş gibi. Ama akşam olunca hikâye değişiyor: Sosyal medyada bir anda herkes mutlu, kahraman, güçlü… Gündüzkü halimiz “itten beter”, akşamki hâlimiz “paşadan beter”. Çifte hayatlar çağı işte; gerçek mutsuz, sanal mutlu. Arada sıkışan da insanlığımız.
Eskiden büyükler “Nasılsın?” diye sorunca, utana sıkıla “İyiyim çok şükür” denirdi. Şimdi sorana herkes roman yazıyor: “Abi kötüye gidiyor, memleket bitti, sistem çöktü, hayat zaten zorlaştı…” Eee, peki buna karşı ne yapıyorsun?
— “Hiç…”
İşte tam burası, halimizin neden gitgide kötüleştiğinin kısa özeti.
Hiçbir şey yapmayan ama her şeyin düzelmesini isteyen bir toplumuz. Üstelik sadece istemekle kalmıyoruz, dertlerimizin sorumluluğunu bile başkasına havale ediyoruz. Kendini düzeltme zahmetine girmeden dünyanın düzelmesini bekleyen tek canlıyız. Hayvanlarda bile böyle bir beklenti yok; onlar açsa yiyecek arar, susasa su bulur, tehlike varsa kaçar. Biz ise çözüm yerine bahane üretmekte hayvanlardan fersah fersah öndeyiz.
Halimiz itten beter diyoruz ama kusura bakmayın, köpekler bile bizden daha az stresle yaşıyor. Çevrene bir bak: Sokak köpeği gölgede yatıyor, toplumun ortalama bireyi güneşin altında dert yanıyor. Köpek gördüğünü yaşıyor; biz yaşadığımızdan fazlasını, duymadığımızı bile dert ediniyoruz. Düşün, daha dün tanımadığın bir sosyal medya kullanıcısının hayatını kendi hayatından daha fazla mesele yapıyorsun. Bu kafayla nasıl keyfimiz paşada olsun?
Bir de konfor bağımlılığımız var… O koltuklar, telefonlar, sahte mutluluk ekranları… Bizi uyuşturan her şey kutsal artık. İnsanlığımızdan vazgeçebiliriz ama Wi-Fi zayıf olmasın! Sorunlarımız büyüdükçe konfora daha fazla sarılıyoruz. Çünkü gerçek hayatın yüzüne bakmaktan korkuyoruz. Bu yüzden dibi gördüğümüz halde “ya neyse” deyip devam ediyoruz. Çünkü rahatsız olmayı bile profesyonelce erteleyen bir millet olduk.
En çok da “Paşa keyfim yerinde” tavrı yıkıyor bizi. Çünkü ortada paşa yok, keyif yok, konfor yok… Sadece sanal bir rahatlık hissi var. Boş bir özgüven, sahte bir huzur, geçici bir kaçış. İnsanı en çok kandıran da bu zaten: Sorunu çözmeden rahatlamaya çalışmak. Sonunda sorun katlanıyor ama bizim rahatlık ilüzyonumuz hâlâ devam ediyor.
Bak kardeşim… Kimse kusura bakmasın ama bu toplum kendi yükünü taşımayı reddettiği sürece kimse bizi kurtarmaya gelmeyecek. Mucize bekleyenlerin ülkesinde mucizeyi bekleyenler çoğalır ama mucize hiç gelmez. Çünkü mucizenin gelmesi için önce biraz hareket gerekir. Bizde hareket yok; sadece laf var. Lafın da para etmediği bir dönemdeyiz. Hâlâ anlamadık mı? “Dert yanmak”, dert çözmüyor.
İşte bu yüzden halimiz itten beter…
Ama keyfimiz paşada da değil.
Çünkü ikisine de uymayan bir yerdeyiz.
Acının tam ortasında, rahata da uzak, gerçeğe de yabancı…
Ne gülmeyi hak ediyoruz ne üzülmeyi; çünkü ikisini de yarım yaşıyoruz.
Belki de artık şunu görmek gerekir:
Şikâyet, çözüm değildir.
Beklemek, kurtuluş değildir.
Rahat görünmek, mutlu olmak değildir.
O yüzden önce kendimizi düzeltmeden dünya düzelmeyecek. Bu gerçeği kabul etmediğimiz her gün, halimiz biraz daha kötüleşecek. Ama ne zaman ki “Ben ne yapıyorum?” sorusunu sorarız, işte o zaman belki “paşa keyfi” denilen şeyin ne olduğunu anlarız. Çünkü insan, kendi yükünü taşımaya başladığında gerçekten hafifler.
Ama o güne kadar…
Halimiz yine aynı cümlede kalacak:
“Halimiz itten beter, keyfimiz paşada yok.”