FEDERASYON ÇALIŞMALARININ TEMELLERİ -1: ANA DİLDE EĞİTİM TARTIŞMALARI GERÇEKTE NEREYE DAYANIYOR?

FEDERASYON ÇALIŞMALARININ TEMELLERİ -1:  ANA DİLDE EĞİTİM TARTIŞMALARI GERÇEKTE NEREYE DAYANIYOR?

Hyman George Rickover; «Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar» der.

Hyman George Rickover; «Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar» der.
Günümüzde de tam buna örnek olarak ülkemizde yaşadığımız federasyon uygulamalarına geçişte, en önemli parçalarından biri olarak görülmesi gereken «Dil» konusu bulunmaktadır. Bunun da bir alt ayağı «Ana Dil» konusu olup bunun da alt ayakları «Ana Dilli Eğitim», «Ana Dilde Eğitim», «Ana Dil Eğitimi» dir.

An itibariyle çokça konuşulan bu ana dil konusunu gerçek anlamda masaya yatırmak gereklidir. Bu konunun geçmişini incelemeden yapılacak tartışmalar laf kalabalığından öteye gitmeyecektir.

Yıl 1913

Üç Tarzı Siyaset’i yazan Yusuf Akçura Suriye ve Filistin’i gezmiş izlenimlerini çalıştığı gazeteye göndermiştir. Suriye izlenimlerinde Suriye ıslahatçıları ile konuştuğunda şunları yazar;

«Osmanlı Devleti’nin kuvveti, değeri azalınca, Avrupa devletlerinin her biri Türkiye’nin bir tarafından bir parça kopartmaya karar verip bu işe başlamışlardır. Fransızlar, İngilizler, yüzyıldan fazla bir zamandan* beri, Suriye ve Filistin taraflarını Türkiye’nin taksiminde kendilerine düşecek bir parça diye hesaplayıp geldiklerinden, bu bölgede bazı hareketlerde bulunuyorlarmış.»

«Osmanlıyı seven bazı aydınlar Suriye’de ıslahat yapılmasını istiyorlar. Eğer bu ıslahat yapılsa, terakkisizlikler (geri kalma), gerginlikler ortadan kaldırılırsa, Suriyelilerin Müslümi de gayri Müslimi de köylüsü de, şehirlisi de, yabancıların vaat ettiklerini istemeyecek; Osmanlı kalacakmış...»
Bu ıslahatçılar «Beyrut** Islahat Layihası» hazırlarlar ve İstanbul’a gönderirler.
Layihanın önemli maddeleri;

- Arapça dili resmi dil olsun (Yusuf Akçura bunu en önemli konu olarak görmektedir)

- Merkezi hükümetin müdahalesini azaltma, hükümet ve idari işlerinin çoğunu vilayet halkından seçilen meclise verme (otonomi)

- Vilayet işlerini tanzim ederken yol göstermesi için Avrupalılardan müsteşarlar getirme. (federasyon ile ilgili ikinci yazıda ayrıca değinilecektir)

- Baş memurlardan başka diğer bütün memurları Araplardan tayin etme. 
biçimindedir.

Yıl 2025

Birkaç gün önce toplanan sözde «Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi» Komisyonu' gerçekte federasyon komisyonunun içeride DEM Parti’nin talepleri olduğu iddia edilen ve sonra yalanlanan (!) birkaç madde sıralandı. Yazdığım konuyla ilgili olarak;

- Kürtlere özerklik verilsin (federasyon ile ilgili ikinci yazıda ayrıca değinilecektir)

- Türk Milleti yerine etnik kökenler Anayasa'da belirtilsin

- Doğu ve Güneydoğu'ya vali atanmasın

- Kürtçe resmi dil olsun

Yüzyılı aşkın bir süre sonra karşımıza çıkan nokta pek farklı değil. Arap yerine Kürt ibaresi gelmiş. Suriye ıslahatçıları yerini DEM Parti’ye (geçmişte adı sürekli değişen) bırakmış.

Buna yönelik birkaç örnek vereyim.

Kasım 2024’te Ankara’da medya buluşmasında YRP Genel Başkanı Fatih Erbakan’a sorulan bir soruda DEM Parti heyetinin 3 adet talep ile geldiği belirtilmişti. Bu talepler, Kürtçenin «resmi dil» olması ve «ana dilde eğitim» verilmesi, «etnik temelli vatandaşlık tanımının kaldırılması» ve «yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması» olarak belirtilmişti.

Şubat 2025’te Binali Yıldırım İzmir’de Hukuki Araştırmalar Derneği tarafından düzenlenen «Yeni Anayasa» buluşmalarında; «Yeni yapılacak anayasada belki de yapılması gereken önemli konulardan bir tanesi de şu olmalıdır. Yerel yönetimlere Adem'i merkeziyetçilik yani Her şeyi Ankara'dan kontrol etmek yerine bütün detayları kontrol etmek yerine yetki devrinin yapılması.» ile

«Bu milletin unsurları var. Bin yıldır biz topraklardayız. Kürtler var, Türkler var, efendim diğer Süryanisi var, Abazası var, Çerkezi var. Var oğlu var. Vatandaş tanımında yeni anayasada elbette ki gözden geçirilebilir bir etnik kimliği tanımlamak öne çıkarmak değil de vatandaşlığı etnik kimliğinin kim olduğuna bakmaksızın vatandaşlığı önceleyen bir güncelleme yapılabilir. Bu bazı etnik grupların kendilerini ihmal edilmiş düşüncesinden kurtarabilir» olarak ileride yaşanacak sürecin ipuçlarını vermişti.

Mayıs 2025’te DEM Parti Kürt diline yönelik baskıların (!) sona erdirilmesi, çok dilliliğin anayasal güvence altına alınması ve toplumsal barışın güçlendirilmesi için TBMM çatısı altında bir Meclis Araştırması açılmasını talep etti.

Ağustos 2025’te Adana’da DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları; «yepyeni bir mücadelenin sayfasını açıyoruz. Burada bir şeyler bitiyor değil; tam tersine demokratik mücadelenin, yasal ve hukuki zeminde haklarımızın kabul edilmesi için vereceğimiz mücadelenin çok önemli bir dönemeci» olduğunu söyleyip, terörist başının konuşmasına atıfta bulunarak «bizler varlığımızı fiilen kabul ettirdik. Şimdi sıra siyasi ve hukuki zeminde Kürt sorununun konuşulmasında» ifadelerinde bulunmuştur.

ŞİMDİ BİRKAÇ GÜN ÖNCEKİ KOMİSYONDA NE TALEP EDİLMİŞ?

Kürt Araştırmaları Derneği Eş Başkanı Remziye Alparslan,

«Kürtçe'nin okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar eğitim dili olmasıdır ve resmi dil olmasıdır; bunun için Anayasa'da gerekli düzenlemeler yapılmalı ve çıkarılması gereken kanun ve yönetmelikler de çıkarılmalıdır. Örneğin, Anayasa'nın 42. maddesinde Türkçe dışında başka hiçbir dil anadil olarak okutulamaz deniyor; burada korkunç bir şey var. Bizim yerimize bize anadil tayin etmeye kimsenin hakkı yok, bu insan haklarına aykırı ve insanlık dışı bir şey. Biz burada Kürtçeden söz ettik, ancak bu coğrafyadaki diğer dil ve kültürler için de geçerlidir. Çokdilli ve çokkültürlü bir bakışı esas alıyoruz.» der ve devam eder,

«Bugün görüyoruz ki çoğulcu bir sistemi kanun ve yasalarına entegre eden, yerel yönetimlere daha fazla alan açan ve onlara yerinden yönetim yetkileri veren yüzlerce sistem var dünyada ve bunlar da bugün ifade edilen korkuların hiçbirinin gerçekte bir temeli olmadığını açıkça gösteriyor. Çoğulcu ve yerinden yönetimle ve birden fazla resmi dille yönetilen sistemlerde hiç kimseye hiçbir zeval de gelmiyor. Bunlar suni korkular ve inkar, asimilasyon ve sömürü sisteminin devamını isteyen, statükocu ve değişimden korkan çevrelerin pompaladığı ve halkların ortak geleceğini karartan, barış talebinin altını oyan anlayışlar.»

Bu söylemlere baktığımızda yalanlamaların çok da geçerli olmadığı açık değil mi?

Başka bir anlatımla yalanlamaların yalan olduğu, dışarıya verilen listenin doğru olduğunun kanıtları değil mi?

Şimdi dananın kuyruğunun koptuğu, zurnanın zırt dediği yere gelelim.

Kürtçe ve/veya Kürt söylemi üzerinden yapılan ana dil ve bunun eğitimi ile ilgili temel neden nereden geliyor?

Komisyonda ya da komisyondan önce demeçlerini paylaştığım kişiler bu taleplerinin dayanak noktası nedir?


Tabii ki; 10.08.1920 tarihinde imzalanan SEVR ANTLAŞMASI ve 18.06.2023 tarihinde onaylanıp resmi gazetede yayımlanan 4867 sayılı  yasa uyarınca "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme"’dir.


Sevr antlaşmasının «Azınlıkları Korunması» adlı 4. bölümde azınlıklar, IRK (SOY), DİN ve DİL FARKLILIKLARI OLAN olarak tanımlanmıştır.

T.C.’nin tapu senedi olarak dilimize pelesenk ettiğimiz 24.07.1923 tarihinde imzaladığımız LOZAN ANTLAŞMASI bu konuda ne diyor?

AZINLIKLAR, MÜSLÜMAN OLMAYANLARDIR.

Yani yalnızca din farklılığı azınlık tanımında yer almıştır.

Dolayısıyla MÜSLÜMAN OLANLAR AZINLIK SAYILMAMAKTADIR.

Azınlık olmayanlar da doğal olarak Türk sayılmaktadır.

Türk olanların da doğal olarak ana dili de Türkçe’dir.

Bir başka deyişle kendilerine Kürt diyenler uluslararası hukuk anlamında azınlık sayılmamaktadır.

Soruya tersten bakalım.

Azınlıkların ana dil ve eğitim konularındaki durumu nedir?

Lozan antlaşmasının 41. maddesi uyarınca;

«Kamusal eğitim konusunda Türk Hükümeti, Müslüman olmayan yurttaşların önemli bir oranda yerleşmiş oldukları kentler ve kasabalarda, bu Türk yurttaşlarının çocuklarının ilk okullarda kendi dilleriyle eğitim görmelerini sağlamak üzere, gerekli kolaylığı gösterecektir. Bu hüküm Türk Hükümetinin söz konusu okullarda Türk dilinin öğretilmesini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.»

Yani azınlıklar kendi dillerindeki eğitimi yalnızca ilkokul düzeyinde olacaktır.

Bu uluslararası hukuk hükmüdür. Anayasamızın 90. maddesine uyarınca;

«Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.» ve «Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.» düzenlemeleri yer almaktadır.

DOLAYISIYLA KOMİSYONDA NE KONUŞULURSA KONUŞULSUN, NE TALEP EDİLİRSE EDİLSİN, «KENDILERINE KÜRT YA DA BAŞKA BIR ŞEY DİYENLERİN HEPSİ BIR AN DA MÜSLÜMANLIKTAN ÇIKSA BİLE» İLKOKUL DÜZEYININ ÜSTÜNDE KENDİ DİLLERİNDE EĞİTİM GÖREMEZ.

2003 yılında kabul edilen İkiz yasalar olarak bilinen yasalar buna ne diyor?

4867 sayılı  yasa uyarınca "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme"’nin 1. maddesinin 1. fıkrası «Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar, kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce sağlarlar.»
ve aynı sözleşmenin

6. maddesinin 2. fıkrası «Bu Sözleşme’ye Taraf bir Devletin, bu hakkı tam olarak gerçekleştirmek için alacağı tedbirler, teknik ve mesleki rehberlik ile eğitim programlarını, bireyin temel ekonomik ve siyasal özgürlüklerini koruyan şartlar altında, düzenli şekilde ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimi ile tam ve üretken istihdamını sağlamaya yönelik politika ve teknikleri içermelidir.»

gibi çok geniş, ucu açık düzenlenen bu hükümler ana dil ve eğitim konusuna izin vermiş gibi görünse de Türkiye bu sözleşmeye anayasanın (bu konuyla ilgili olarak) 3. ve 42. maddeler üzerinden çekince koymuştur. Dolayısıyla da kapı yine kapalıdır. Bir anlamda Lozan’ı fiilen ve resmen delen bu sözleşme anayasa tarafından koruma altına alınmıştır. (O dönem bu sözleşmeyi imzalayanlar, onaylayanlar usumuzdadır.)

Anayasamızın 3. maddesi; «Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.» olarak düzenlenmiş, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilmeyecek niteliktedir.

Anayasamızın 42. maddesi ise «Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.» demektedir.

Başka bir soru daha soralım. Türkiye’deki iktidar bu çekincelerini kaldırabilir mi? Kaldırabilir. 3. maddedeki çekinceyi kaldıramasa bile 42. maddedeki çekinceyi kaldırabilir. O zaman ne olur?

Buna iki açıdan yanıt verebiliriz. Birincisi kamu hukuku açısından ikincisi özel hukuk açısından.

Kamu hukuku açısından baktığımızda anayasamızın başlangıç ilkelerinde yer alan «Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin… FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere.» olarak düzenlenmesi olabilecek yanlışlıklara, suistimallere karşı bir emniyet görevi göreceğini ortaya koymuştur. Anayasamızın bu anlamda geçmişte görece ihtiyatlı düzenlenmesi isabetli olmuştur.

Özel hukuk açısından baktığımızda borçlar hukukundaki kanunda yer alan emredici hükümlere, kamu düzenine (toplumun tümünü ilgilendiren düzen), ahlaka ve kişilik haklarına aykırı olmamasını içeren mutlak butlan (kesin hükümsüzlük) durumu da çekincelerin kaldırılmasına karşı bir güvence oluşturacaktır.

Dolayısıyla (s)açılım süreci mi dersiniz, komisyon süreci mi dersiniz, adına ne derseniz deyin hem ulusal hem de uluslararası anlamda ana dil ve buradaki eğitim konularının yapılmak istendiği boyutta gerçekleşmesinin önü kapalıdır.

Bununla birlikte bu çalışmalar göstermiştir ki; ülkemizin dibi yavaş yavaş oyulmaya devam ediyor. Lozan’ı delmek için çabalar tam gaz sürüyor. 1800’lerden 1900’lere, 1900’lerden 2000’lere üzerimize oynanan oyunların nasıl ilmek ilmek işlendiği, nasıl büyük bir sabırla yeniden önümüze konduğunu görebiliyor musunuz?

Dil konusu bir ulusun en temel öğesidir. Ulusun yaşaması dilini kullanmasına bağlıdır. Kıyamet de burada kopmaktadır. Özeleştiri yapmak gerekirse tarih çağları boyunca dilimize sahip çıkmış olsaydık, her ilişki kurduğumuz toplumun dilini kabul etmemiş olsaydık büyük bir olasılıkla bugün Türkçe (Nüfusu kalabalık olan Çin ve Hindistan’ı saymasazsak) kesin ilk ikide olacaktı ki; bugün bu gibi yapay, uydurulmuş sorunlarla uğraşmak zorunda kalmayacaktık.

Murat Kalyoncu (Türkbilimci-Araştırmacı-Yazar)
25.08.2025

 

*Bu anlatıma göre en az 1800’lü yılların başından itibaren Sykes-Picot’nun adımları atılmaya başlandığını söyleyebiliriz. 
**Beyrut o dönem Şam eyaletine bağlıydı.



Haber Editörü

TÜLAY DİKMEN İLE CUMA KÖŞESİ

admin@tum1haber.com
Yorumlar (0)

GÜNDEM

Haberi Sesli Oku