Doğu Türkistan’ın bağımsızlık hareketinde stratejik uyanış ve kurtuluş doktrini

Doğu Türkistan’ın bağımsızlık hareketinde stratejik uyanış ve kurtuluş doktrini

Allah, bu kutlu yolda ayaklarımızı sabit kılsın ve bizi, sadece Doğu Türkistan’a değil, bütün mazlum insanlığa umut olacak bir zafere ulaştırsın. Bu, tarihin ve ecdadın ruhu önünde ettiğimiz, geri dönüşü olmayan son yemindir.

Aziz dâvâ arkadaşlarım… Tarihin mahkemesi huzurunda, bu ontolojik varoluş mücadelesinin sonunda bizi iki suretten biriyle hatırlayacaktır: Biri, gözyaşıyla dolu bir anma kitabının hüzünlü, ibretlik bir sayfası; diğeri ise, bir milletin küllerinden yeniden doğuşunu anlatan şanlı bir zafer anıtı. Tarih bizi, vatanı için çok ağlamış ama onu kurtaracak en büyük gücünü kendi elleriyle reddetmiş onurlu, fakat tarihin nesnesi olmaktan kurtulamamış basiretsiz bir nesil olarak mı yargılayacak? Yoksa stratejik aklını ve sarsılmaz imanını birleştirerek imkânsızı başaran, tarihin öznesi olan ve vatanını esaret zincirlerinden kurtaran kurucu nesil olarak mı selamlayacak?

 

Onurlu bekleyişten stratejik taarruz paradigmasına geçiş

BU metin, ne bir teselli metni ne de hamasi bir methiyedir. Bu, yetmiş yıllık onurlu bir mücadelenin hafızamıza kazınmış gözyaşını, terini ve mukaddes kanını, 21. yüzyılın acımasız jeopolitik konjonktürünün potasında damıtarak bir milletin varoluşsal sancılarının ve stratejik aklının kesişim noktasında, tarihin mahkemesine sunulmuş bir kurtuluş doktrinidir. Amacı, stratejik bir ataletin ve nihai iflasın eşiğinden dönmek, reaktif mağduriyet paradigmasından proaktif aktör olma iradesine geçmek ve zafere giden yolu çelikten bir mantıkla yeniden inşâ etmektir.

Vatan hasretiyle geçen yetmiş küsur yıl, takvim yapraklarından dökülen bir zaman diliminden ibaret değildir; bu, fedakârlıkların, tükenmeyen bir umudun ve insanlık onurunun en şanlı direnişlerinden birinin adıdır. Lakin bugün, Pekin rejiminin soykırım hançerini milletimizin ontolojik varlığının tam kalbine, en derine sapladığı bu ölüm-kalım anında, durup kendimize şu en temel, en dürüst ve en acı soruyu sormakla mükellefiz: Mevcut mücadele paradigmamız, bizi nihai hedef olan bağımsızlığa mı yoksa tarihin hüzünlü ve ibretlik bir dipnotuna dönüşecek onurlu bir tükenişe mi sevk etmektedir?

Yıllardır mücadelemizin ana eksenini, haklılığımızı ispat çabasıyla “mağuriyetin ilanı” üzerine kurduk. Bu, hiç şüphesiz, işlenen soykırımın küresel vicdana duyurulması için elzem ve mecburi bir ilk adımdı. Fakat hiçbir ordu, savaşı tek bir taktiksel adımla kazanamaz. Feryadı bir politikaya, gözyaşını ise bir diplomasi lisanına dönüştürmek, düşmanın stratejik aklını sarsmaktan ziyade dâvâmızı uluslararası sistemin merhametine ve jeopolitik çıkarların gelgitlerine terk edilmiş, yönetilebilir bir “insanî kriz” başlığına indirgeme gibi ölümcül bir risk taşımaktadır.

Artık bu kurban psikolojisinin bizleri hapsettiği zindanın duvarlarını yıkıp, mücadelemizi çelikten üç temel sütun üzerine yeniden inşâ etme vakti gelmiştir: Aktif Stratejik Savunma, Çok Katmanlı Mukavemet ve Nihai Muvazene…

Stratejinin ön şartı: Dernek zihniyetinden devlet iradesine ontolojik sıçrama

Tüm stratejilerden evvel, zihinsel ve ontolojik bir devrim yapmak zorundayız. Kendimize şu can alıcı soruyu sormalıyız: Biz, uluslararası sistemin sırtında, zulme uğramış ve yardıma muhtaç bir “insani kriz yükü” müyüz? Yoksa Çin’in yumuşak karnı, Orta Asya’nın jeostratejik kalbi, özgür dünyanın geleceği için vazgeçilmez bir “jeopolitik servet” miyiz?Birincisi bize geçici sadakalar ve timsah gözyaşları, ikincisi ise kalıcı ve onurlu ittifaklar kazandırır.

Uluslararası ilişkilerin soğuk acımasız düzeni, devletlerin, vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşlarıyla değil, yine kendileri gibi egemen aktörlerle veya bu potansiyeli taşıyan meşru iradelerle müzakere masasına oturduğunu bize binlerce kez göstermiştir. Dernekler yardım talep eder, hükûmetler ise müzakere eder ve ittifak kurar. Bu sebeple, bu doktrinde zikredilen her bir adımın mutlak ve vazgeçilmez ön şartı, diasporanın dağınık, kişisel hırslarla bölünmüş dernek yapısını lağvederek, uluslararası hukuk nezdinde bir “sübje” (özne) hâline gelecek, liyakate dayalı, teknokrat ve vizyoner kadrolardan oluşan tek ve meşru bir “Geçici Doğu Türkistan Hükûmeti” iradesi altında birleşmesidir. Bu hükûmet, sadece sembolik bir yapı değil, mücadelemizin sürgündeki beyni, kalbi, diplomatik zırhı ve demir yumruğu olacaktır.


 

Bu yolda yürümek bedel ister. Kan ister, ter ister… Ama hepsinden çok, gözyaşını silip yerine çelikten bir stratejiyi koyacak bir akıl ve her türlü fırtınaya dayanacak sarsılmaz bir irade ister… Allah, bu kutlu yolda ayaklarımızı sabit kılsın ve bizi, sadece Doğu Türkistan’a değil, bütün mazlum insanlığa umut olacak bir zafere ulaştırsın. Bu, tarihin ve ecdadın ruhu önünde ettiğimiz, geri dönüşü olmayan son yemindir.


 

 

 

Kurtuluş Doktrini’nin üç stratejik sütunu

1. Sütun: Aktif strtejik savunma (müdafaa)

Pasif feryat anlatısından, düşmanın Aşil Topuğu’nu hedef alan stratejik akla…

Savunma konseptimiz, maruz kaldığımız zulmü anlatma eksenine sıkışmış, reaktif bir doğaya sahiptir. Bu durum, bizi sürekli olarak düşmanın belirlediği gündemin peşinden sürüklemekte ve inisiyatifi ona bırakmaktadır. Savunma konseptimizi, “Biz kimiz ve bize ne yapılıyor?” şeklindeki reaktif anlatıdan, “Düşman kimdir, sistemi nasıl işler ve onun ölümcül zayıflığı nerededir?” şeklindeki proaktif analize taşımak ve bu analizleri somut karşı hamlelere dönüştürmektir.

Hukuki taarruz: Düşmanın meşruiyet zırhının parçalanması: Diplomasimizin stratejik gravite merkezi, Çin’in “iç meselesi” argümanını uluslararası hukuk nezdinde kökünden dinamitlemek olacaktır. Bu amaçla, Doğu Türkistan’ın “İşgal Altındaki Toprak” statüsünü uluslararası alanda tescil ettirmek, birincil hedefimizdir. Bu, sadece sembolik bir tanınma değil, aynı zamanda Çin’in her eylemini uluslararası hukukun ihlali konumuna getirecek bir meşruiyet devrimidir. Dost ülkelerin ulusal parlamentolarından başlayarak, eyalet ve belediye meclislerine kadar inecek bu asimetrik hukuk savaşı, yukarıdan ve aşağıdan örülecek bir meşruiyet ağıyla Çin’in yalanlarını boğacak ve etrafında hukuki bir “cordon sanitaire” (güvenlik kuşağı) oluşturacak çelikten bir urgana dönüşecektir.

Entelektüel harp: Bilgiyi stratejik bir silaha dönüştürmek: Sadece “Çin bize ne yapıyor?” sorusunun cevabını dünyaya anlatmakla yetinmeyeceğiz. Asıl odaklanacağımız soru şudur: “Çin’in sistemik zafiyetleri nelerdir?” Kurulacak olan “Stratejik Araştırmalar Enstitüsü”, Çin’in ekonomik sistemindeki finansal balonları, etnik ve sosyal gerilim hatlarını, teknolojik bağımlılıklarını ve “Tek Kuşak Tek Yol” gibi mega projelerinin jeopolitik kırılganlıklarını analiz edip, karar alıcılara yönelik “Siyah Raporlar” (Black Papers), yatırımcılar için “Jeopolitik Risk Haritaları” üretecek bir istihbarat ve strateji üretim merkezi olarak çalışacaktır. Bu bilgi, müttefik devletlere sunulacak bir koz, Pekin’e karşı kullanılacak bir şantaj unsuru ve diplomasimizin en keskin kılıcı olacaktır.

Psikolojik üstünlük: Mağduriyetten zafer anlatısına ontolojik geçiş: Millî psikolojimizin gravite merkezini, geçmişin travmalarından geleceğin zaferine taşıyacağız. Medya anlatımızı kökten değiştireceğiz. Sürekli ağlayan, acı çeken ve merhamet dilenen bir millet imajı yerine, direnen, onurlu, kahraman ve zafere kilitlenmiş bir milletin sarsılmaz hikâyesini, milletimizin kahramanlık silsilesini merkeze alarak yeniden inşâ edeceğiz. Bu, sadece bir imaj değişikliği değil, aynı zamanda yeni nesillerin ruhuna, kendilerini kurban değil, vatanlarının kurtarıcısı olarak görecekleri bir kimlik ve özgüven aşılamaktır. Millî şuurun bu şekilde yeniden kodlanması, soykırımın en büyük hedefi olan irademizi kırma çabasını boşa çıkaracaktır.

2. Sütun: Çok katmanlı mukavemet (direniş)

Ricacı diplomasiden, düşmana her sahada bedel ödetme sanatına…

Mukavemetimiz, diplomatik protestolar ve sivil gösterilerle sınırlı kalmış, düşmana somut, ölçülebilir bir bedel ödetmekten uzak bir şikâyet mekanizmasına dönüşmüştür. Şimdi ise, mukavemeti, düşmanın ekonomik, siyâsî ve stratejik çıkarlarına doğrudan zarar veren, çok katmanlı ve senkronize bir eylemler bütününe dönüştürmemiz gerekiyor.

Ekonomik bağımsızlık: Sadaka psikolojisinden millî iktisadi güce evrilmek: Bizi siyaseten rehin alan “sadaka psikolojisini” ve ekonomik bağımlılığı tarihin çöplüğüne atıyoruz. Uluslararası şeffaflık ve denetim ilkelerine göre yönetilecek, geleceğin “Milli Varlık Fonu”nun çekirdeği olacak bir “Doğu Türkistan Kurtuluş Fonu” kurarak, her bir ferdimizi bir “hayırsever” değil, yarının özgür vatanının onurlu bir “hissedarı” yapacağız. İsrail’in “Kibbutz ve Ağa Han’ın cemaat kalkınma modellerinden ilhamla, her 10-20 aileye yönelik millî ve İslâmî Kalkınma Kooperatifleri kurmak suretiyle halkımızı gündelik geçim derdinden kurtarıp dâvânın aktif birer neferine dönüştürecek “Milli Dayanışma ve Kalkınma Kooperatifleri” ağını tesis edeceğiz. Bu kooperatifler, tabandan tavana yayılan ekonomik bir direniş ağı oluşturarak, bulunduğumuz ülkelerde dilenen değil, vergi rekortmeni olan, istihdam yaratan ve siyâsî nüfuz sahibi mikro-ekonomik egemenlik adacıkları inşa edecektir.

Caydırıcı gücün inşâsı: En büyük stratejik kozumuzu masaya sürmek: En büyük stratejik miyopluğumuz ve tarihî feragatimizle yüzleşme vakti gelmiştir. Çeçenistan’dan Suriye’ye en modern ordularla savaşmanın çeliğiyle bilenmiş, vatan için her an şehadete hazır on binlerce evladımız, Pekin rejiminin en büyük kâbusu, bizim ise en büyük stratejik kozumuzdur. Onları “ideolojik farklılıklar” perdesi ardında “radikal” diye etiketlemek, düşmanın en korktuğu kılıcı kendi elimizle kırmaktan farksız, stratejik bir intihardır.

Çözüm

Geçici Hükûmet, bu paha biçilmez potansiyeli yok saymak yerine, siyâsî iradesi ve meşruiyeti altına alarak onu masada bir “Asimetrik Caydırıcılık Unsuru” olarak tanımlayacaktır. Bu, sorumsuz ve maceracı bir şiddet çağrısı değildir. Bu, Realpolitik’in en temel kuralıdır: Masada elinizde caydırıcı bir kart olmadan, kimse sizi ciddiye almaz. Bu güç, birincil olarak sahada kullanılmak için değil, diplomatik masada bir denge unsuru olmak için vardır. Pekin’i er ya da geç müzakere masasına oturmaya mecbur bırakacak nihai baskı unsuru olan bu potansiyel, uluslararası hukuka tam uyumlu, siyâsî aklın emrindeki bir kılıç ve geleceğin meşru “Doğu Türkistan Kurtuluş Ordusu”nun çekirdeği olarak, mutlak surette siyâsî iradeye bağlanacaktır. Zira unutulmamalıdır ki, istiklal ağacı, şehitlerin kanıyla sulandığında yeşerir.

3. Sütun: Nihai muvazene (denge) 

Dağınık güçleri, tek bir devlet aklının senfonisinde birleştirme sanatı…

Hareketimiz, farklı unsurlar arasında koordinasyon eksikliği, iç çekişmeler ve güvensizlik nedeniyle enerjisini içeride tüketen, dağınık bir yapı sergilemektedir. Kendi kılıcımızı kırıp, sadece kalkanla savaşa girme basiretsizliğini gösterdik. Mücadelenin tüm unsurlarını (diplomatik, askeri, ekonomik, entelektüel) tek bir stratejik amaç doğrultusunda senkronize eden, merkezî bir devlet aklı inşâ etmek zorundayız.

Kurumsal aklın tesisi: Stratejik beynin inşâsı: Geçici hükûmet bünyesinde, dâvânın tüm unsurlarını aynı masada bir araya getiren bir “Milli Güvenlik ve Strateji Konseyi” kurulacaktır. Bu konsey, sadece bir danışma meclisi değil, hareketin sinir merkezi, orkestranın şefi olarak görev yapacak; iç çekişme ve hizipçilik hançerini söküp atacak, farklılıkları bir zenginlik olarak yönetecek ve hareketimizin stratejik beyni olarak işlev görecektir.

İç güvenliğin sağlanması: Düşmanın psikolojik silahını kırmak: Çin’in diasporanın kalbine ektiği “ajan paranoyası” adlı psikolojik virüsü temizlemek ve hareketimiz içinde “otofaji”yi (kendi kendini yeme hastalığını) bitirmek için, son derece profesyonel, modern tekniklerle donatılmış bir “İç Güvenlik ve Karşı-İstihbarat Kurumu” tesis edilecektir. Bu kurum, hareketin bağışıklık sistemi olarak çalışacak, paranoyayı bitirip gerçek tehditlere odaklanarak iç cepheyi sağlama alacaktır. Böylece “hainlik” ithamı, kişisel bir iftira aracı olmaktan çıkıp, bu kurumun yetkisindeki ciddi, delile dayalı kurumsal bir sürece dönüşecektir.

Haklılık ve gücün stratejik sentezi: Üçüncü Yol: Gerçek muvazene, düşmanın karşısına hem haklılığın getirdiği ahlâkî üstünlükle hem de canını yakacak caydırıcı bir güçle çıkmaktır. Biri olmadan diğeri eksik ve topaldır. Ahlâkî üstünlük güçle desteklenmediğinde acizliğe ve merhamet dilenciliğine, güç ahlâkî temelden yoksun olduğunda ise zorbalığa ve gayrimeşruluğa dönüşür. Bizim yolumuz, kalem ile kılıcın, Cenevre ile Tanrı Dağları’nın tek bir iradede birleştiği mukaddes sentezdir.

Aziz dâvâ arkadaşlarım… Tarihin mahkemesi huzurunda, bu ontolojik varoluş mücadelesinin sonunda bizi iki suretten biriyle hatırlayacaktır: Biri, gözyaşıyla dolu bir anma kitabının hüzünlü, ibretlik bir sayfası; diğeri ise, bir milletin küllerinden yeniden doğuşunu anlatan şanlı bir zafer anıtı.

Tarih bizi, vatanı için çok ağlamış ama onu kurtaracak en büyük gücünü kendi elleriyle reddetmiş onurlu, fakat tarihin nesnesi olmaktan kurtulamamış basiretsiz bir nesil olarak mı yargılayacak? Yoksa stratejik aklını ve sarsılmaz imanını birleştirerek imkânsızı başaran, tarihin öznesi olan ve vatanını esaret zincirlerinden kurtaran kurucu nesil olarak mı selamlayacak?

Bu sorunun cevabını, bugünkü tercihlerimiz ve atacağımız adımlar belirleyecektir. Bu doktrin, bir temenniler listesi değil, uçurumun kenarındaki son neslin tarihi yeniden yazmak için etmesi gereken mukaddes bir yemindir.

Bu yolda yürümek bedel ister. Kan ister, ter ister… Ama hepsinden çok, gözyaşını silip yerine çelikten bir stratejiyi koyacak bir akıl ve her türlü fırtınaya dayanacak sarsılmaz bir irade ister…

Allah, bu kutlu yolda ayaklarımızı sabit kılsın ve bizi, sadece Doğu Türkistan’a değil, bütün mazlum insanlığa umut olacak bir zafere ulaştırsın. Bu, tarihin ve ecdadın ruhu önünde ettiğimiz, geri dönüşü olmayan son yemindir.


 



Haber Editörü

admin

Yorumlar (0)

GÜNDEM

Haberi Sesli Oku