Bu yazı; hem tarihin tozlu raflarındaki asılsız iddialara bir cevap niteliği taşımakta hem de Mehmet Âkif’in sarsılmaz şahsiyeti ile ona gösterilen büyük vefâyı birleştirmektedir.
Mehmet Âkif Ersoy sadece bir şair değil; bir devrin vicdanı, bir milletin ıstırabı ve bir vatanın "Hakk’a tapan" sesidir. Hakkındaki iddialar genellikle tarihin karmaşık dönemeçlerini tek bir pencereden görme yanılgısından kaynaklanır.
İşte bu iddialara karşı tarihin hakikatleri ve Âkif’in sarsılmaz şahsiyeti...
Tarihin Gizli Hakikati
Tarih, bazen tozlu perdelerin arkasından büyük şahsiyetleri yargılamaya yeltense de hakikat her zaman bir mısranın samimiyetinde veya bir gencin omuz verdiği bir tabutta gizlidir.
Bugün "Millî Şairimiz" Mehmet Âkif Ersoy hakkında dile getirilen iddialar; aslında yıkılan bir imparatorluğun ve sancıyla doğan bir cumhuriyetin tam ortasında kalan "yalnız ve vakur" bir adamın hikâyesidir.
Abdülhamid Han ve İttihat Terakki Meselesi
Âkif’in İttihat ve Terakki içinde yer alması ve Sultan Abdülhamid’e muhalefeti sıkça tartışılır. Âkif, Sultan Abdülhamid’e muhalifti; bu bir sır değildir. Ancak onun muhalefeti şahsi bir saray düşmanlığından değil; İslâm dünyasının geri kalmışlığına duyduğu öfkeden ve hürriyetin İslâm'ın özünde olduğuna dair inancından geliyordu.
Cemiyet ile ilişkisine gelince; Âkif, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olurken "kayıtsız şartsız itaat" maddesine şerh koydurmuş ve "Ben sadece doğruya itaat ederim" demiştir. Cemiyetin Türkçü ve masonik kanadıyla hiçbir zaman uyuşmamış; Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde devletin bekası için Arabistan’dan Berlin’e cepheden cepheye koşmuştur.
İftira ve Hakikat
Âkif'in siyonizme hizmet ettiği iddiası; ömrünü İslâm’ın ve Türk’ün onurunu korumak için harcayan bir mücahide yapılabilecek en ağır iftiradır. O, devlet yıkan değil; enkazın içinden "Korkma!" nidasıyla bir milletin ruhunu ayağa kaldıran adamdır.
Sürgün mü, Hicret mi?
Cumhuriyet’in ilanından sonra değişen siyasi iklim ve dinî hassasiyetler üzerindeki baskılar, Âkif’i kendi vatanında "garip" hissettirmiştir. Mısır’a gidişi bir kaçış değil, bir "kırgınlık hicreti"dir. On bir yıl boyunca vatan hasretiyle yanmış; ancak devletine küsmemiş, milletine beddua etmemiştir.
Abdülhamid Han’ın gidişinden sonra gelenlerin devleti daha büyük bir uçuruma sürüklediğini gördüğünde yaşadığı o meşhur "nefs-i muhasebe", her dürüst aydın gibi onda da mevcuttu. Ancak o, hiçbir zaman karanlık odakların piyonu olmamış; kalemini sadece milleti uyandırmak için kullanmıştır.
"Korkma" Diyen Dev Yürek
Âkif, Osmanlı’nın yıkılışını engellemek için vaazlarıyla Anadolu’yu ayağa kaldıran, Sevr’i yırtıp atan iradenin arkasındaki manevi güçtür. Ona "devlet yıkan" demek; Çanakkale Şehitleri'ne ağlayan o dev yüreği hiç tanımamaktır. Cebinde parası yokken kazandığı ödülü bağışlayan bir adamın "çıkar ve menfaat" peşinde koştuğunu düşünmek, sadece art niyettir.
Cenazede Dirilen "Âsım’ın Nesli"
Âkif’in hayatının en hazin ve en görkemli sahnesi 27 Aralık 1936’da yaşandı. Devletin resmî makamlarının sessiz kaldığı, bir emniyet görevlisinin takibi altında Beyazıt Camii’ne getirilen o sahipsiz tabut, dönemin vefasızlığını simgeliyordu. Ancak bu sessizliği üniversite gençliği bozdu.
O gün orada bulunan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer o anı şöyle anlatır:
"Dört hamalın omuzunda, üzerinde ne bir örtü ne bir çiçek bulunan bir tabut gördük. 'Mehmet Âkif' dediler. O an her şey durdu. Derhal bir Türk bayrağı bulduk, tabutu sardık."
Mithat Cemal Kuntay ise tanıklığını şu cümleyle mühürler: "Cenaze Beyazıt Meydanı’na geldiğinde artık o bir tabut değil, bir bayrak denizinin üzerinde yüzen bir gemiydi."
Gençler cenaze arabasını reddetmiş; Millî Şairlerini Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar omuzlarında taşımışlardı. Bu, devletin resmî protokolüne karşı milletin vefasının bir ihtilâliydi. O üniversite gençliği ise Âkif’in hayalindeki "Âsım’ın Nesli" idi.
Millete Emanet
Mehmet Âkif Ersoy bir "melek" değil; hataları ve sevaplarıyla bu toprakların öz evladıdır. Onu Sultan Abdülhamid ile karşı karşıya getirerek değersizleştirmeye çalışmak, tarihin iki büyük değerini birbirine kırdırmaktır. Abdülhamid Han bu devletin "son kalesi" ise Mehmet Âkif de o kalenin yıkıntılarından yeni bir ruh çıkaran "son muhafız"dır.
Bugün Âkif’i anlamak; onu bir tarafın adamı yapmak değil; onun vatan aşkını, dürüstlüğünü ve "Hakk’a tapma" davasını kavramaktır. Devletin resmiyetinde sessizce giden o adam, bugün milletin kalbinde en yüksek mevkide oturmaktadır.