Lüksün Göbeğinde Açlık
Bu ülkede çok tuhaf bir şey oluyor güzelim:
Bir taraf ne kadar tok olursa, diğer taraf o kadar aç kalıyor.
Hatta öyle bir tok kesim var ki, doymayı bırak; artık açları görmeye bile tenezzül etmiyor.
Sanki açlık bir “ekonomik sorun” değil de bir “kişisel beceriksizlik”miş gibi davranıyorlar.
Tokların bir özelliği var:
Ne kadar yerse yesinler, gözleri daha aç.
Çünkü onların doyduğu şey mide değil; güç.
Bir avuç gücün verdiği tat, bin kazan yemeğin verdiği doyumdan daha kalıcı.
Ve en kötüsü şu:
Bu ülkede açlar bağırdıkça suçlu, toklar sustukça haklı sayılıyor.
Sanki adalet terazisini değil, vicdanın fişini çekmişler gibi.
Makam Odasında Oturanların Penceresi Yok
Bir kere şunu kabul edelim:
Makam odaları, dışarıyı göstermemek için tasarlanmış.
Perdeler hep kapalı, camlar kalın, ses geçirmez duvarlar…
Yani açın, işsizin, yoksulun sesi o odalara giremiyor.
Girerse ne olur?
Rahatsız eder.
Çünkü rahatsızlık, tokların en büyük düşmanı.
Onlar konfor ister; gerçek değil.
Sıcak koltuklarında “Halk ne durumda?” diye sorsan, duvardaki tabloyu gösterirler:
“Halkımızın refah seviyesi artıyor…”
O tabloyu yapan ressamın karnı tok ama.
Bir yerlerde biri çocuğuna süt alamıyor.
Bir yerde biri kira ödeyemiyor.
Bir yerde biri asgari ücrete mahkûm.
Ama üsttekilere göre:
“Her şey kontrol altında.”
Kontrol altında olan tek şey var:
Gerçeklerle aralarındaki mesafe.
Yoksulluk Artıyor, Ama Yoksul Ayıplanıyor
Bu toplumun ilginç bir huyu var güzelim:
Yoksulluğun ayıp olduğunu zannediyor.
Sanki yoksul olmak bir kabahat; hakkını aramak da bir terbiyesizlik.
Bir çocuk aç kalıyor; “Devlet baksın” diyorlar.
Bir işçi insanca ücret istiyor; “Nankör” diyorlar.
Bir kadın marketten hırsızlık yapınca “düşmüş” diyorlar ama neden düştüğünü sormuyorlar.
Halbuki ayıp olan şey açlık değil,
Açlığa duyarsız kalmak.
Yoksul olmak değil,
Yoksulu suçlamak.
Bu ülkede fakirin cebi ince ama sabrı kalın.
Tokların cebi dolu ama vicdanı boş.
Ve her geçen gün bu makas kapanacağına daha da açılıyor.
Adalet Kimin İçin Çalışıyor?
Bir adalet sistemi düşün;
Hızlı koşanı değil, yüksekten atlayanı koruyor.
Yani yeteneği değil, imkânı olan kazanıyor.
Zengin birini mahkemeye ver, sonuç: “Uzlaşırız.”
Fakir birini mahkemeye ver, sonuç: “Hemen ceza.”
Bir tarafın avukatı dosyayı taşır, diğer taraf dosyanın ağırlığı altında ezilir.
Adalet, terazisi bozuk bir kantar gibi:
Tokları hafif tartıyor, açları ağır.
Ama güzelim biliyor musun?
Bu düzenin en tehlikeli yanı adaletsizlik değil;
Adaletsizliğe alışmak.
Çünkü alıştıkça sessizleşiyoruz.
Sessizleştikçe güçsüzleşiyoruz.
Güçsüzleştikçe haklarımız bizim olmaktan çıkıyor.
Bir Gün Bu Sessizlik Çatlar
Sessizlik birikir.
Çığlık gibi duyulmaz ama deprem gibi patlar.
Bu toplum açlığın ağırlığını taşıyor, suskunluğun acısını yaşıyor.
Ama şunu bil güzelim:
Hiçbir düzen sonsuza kadar tokların lehine işlemez.
Bir gün açlar konuşur, toklar duymak zorunda kalır.
Bir gün makamlardaki kalın camlar kırılır, içeriden dışarının sesi duyulur.
Bir gün bu toplum, “Yeter!” der.
O “Yeter!” kelimesi bile dağları yerinden oynatır.
Ve o gün geldiğinde kimse şunu söylemesin:
“Biz duymadık.”
Çünkü duyuyorlardı.
Sadece işlerine gelmiyordu.
Belki de toplumun en büyük açlığı ekmek değil, adalet.
En büyük susuzluğu su değil, vicdan.
En büyük ihtiyacı para değil, insanlık.
O yüzden güzelim, yazmaya devam edeceğiz.
Unutmasınlar:
Açların sesi kısık olabilir, ama haklarının sesi hiçbir zaman tamamen susmaz.
Birikir, güçlenir, gün gelir gök gürültüsü gibi çarpar.