12 Eylül 1980 faşist darbesi, geliyorum diye bağıra çağıra geldi. “ Başta Sol olmak üzere Emekçi Köylüler ve işçilerde bu Faşist Diktatörlerin gazabından nasibini almış ve yerle bir edilmişlerdi tıpkı diğer sivil toplum örgütler gibi, Aslında dönemin iktidarı biraz direne bilseydi 12 Eylül'ü önleyici bir eylem ve tutum içerisinde olsaydı 12 Eylül Faşizm, bir karabasan gibi Türk Milletinin tepesine çökemezdi ve gelip kentlerimize, caddelerimize, sokaklarımıza kara bayrağını asamazdı.
Artık 12 Eylüllün ayak sesleri radyolardan ve caddelerden sürekli anonslarla Kenan Evrenlerin sesini duyuyor ve televizyonlardan bu faşistlerin görüntülerini izledik, yazılı basından sürekli onların haberlerini okuduk. 1970'li yıllar dünyada ve ülkemizde, sosyalist savaşımın doruklara çıktığı yıllardı. Afrika'da, Asya'da, Güney Amerika'da emperyalist-kapitalist sistem sürekli olarak geriletilirken, SOSYALİZM geniş emekçi yığınların bir kurtuluş seçeneği olarak başarı üstüne başarı kazandığı bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Ülkemizdeyse, geniş halk yığınları yüzünü Tam bağımsız Kemalizm’den yana dönmüş, egemen güçlerin uykularını kaçırmıştı. IMF'nin, Dünya Bankası'nın politikaları, işbirlikçi erkler aracılığı ile uygulanamaz olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere sanayi bölgelerinde fabrikaların neredeyse yarısından fazlasında işçiler greve çıkmışlardı. 24 Ocak Kararlarını egemen erk uygulayacak durumda değildi.
Sermaye, gittikçe güçlenen Kemalizm’in ve sosyalistlerin atılımını önlemek için MHP ve yan örgütlerini harekete geçirmiş, onlara bol bol sokak çeteleri kurdurtmuştu. Hemen tüm kentlerimizde, günde 20-30 insanımız yaşamını yitiriyor, sokaklarda kanlı bir kapışma yaşanıyordu. Öğrenciler, polis müdürleri, savcılar, öğretim üyeleri, sendikacılar seçilerek birer birer katlediliyor, cinayeti işleyenlerse bir türlü bulunamıyordu.
Tuzakçı başı Demirel'in becerisi ile Milliyetçi Cepheler kuruluyor, siyasi gericilik her gün biraz daha tırmandırılarak, Sol'un ve sosyalistlerin üzerine çullanmakta bir çekince duymuyordu. Sermaye, bilerek ve isteyerek ülkemizi ateşe atmış, korku ve güvensizliğin dozunu her gün biraz daha arttırarak kitlelerin bıkkınlığından sonuç alma yolunu seçmişti. Ülkemizin, dini inanç ve etnik açıdan duyarlı kentleri bilinçli olarak seçilip iç savaş görüntülerini andıran kanlı katliamlar gerçekleştirilerek, yığınların korkuya teslim olmaları istenmişti. Maraş katliamı akıllara durgunluk verecek denli korkunç boyutlara tırmandırılmış, arkasından da Çorum olayları gelmekte gecikmemişti.
Sivas'ta, Malatya' da devletin gözetiminde faşist sokak çeteleri terör estiriyor, büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın olayların ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. Özetle; karanlık güçler tarafından kendi çıkarlarına koşullar, adım adım olgunlaştırılıp geliştiriliyordu.
Artık 12 Eylül 1980 Faşist darbesinin ucu görünmüş sayılırdı.
Ne var ki, sermaye kitle desteğini arkasına alarak faşist bir diktatörlük kuracak nesnelliğe sahip değildi. MHP ve kitlesi şiştiği kadar şişmiş olmasına karşın, sermaye MHP'ye dayanarak bir gün bile erkte kalamazdı. MHP, sermayeye olan borcunu ödemiş sayılırdı ve devre dışı bırakılmalıydı. Bırakıldı da. 1945 İkinci Paylaşım Savaşı sonrası faşizmin kitle desteği ile erki ele geçirmesinin koşulları yoktu. Dünyanın her tarafında kitleler önemli ölçüde faşizme karşı şerbetlenmiş sayılırdı. Bu yüzden de sermaye, dünyanın her tarafında askeri diktatörlükler aracılığı ile erke el koyuyordu. Üstelik bu konuda sermaye, 12 Mart 1971 faşizmiyle deney sahibiydi de.
Askerlere sıkıyönetim yetkileri verilmiş olması durumu değiştirmemişti. Olaylar önlenemediği gibi, sanki görünmez güçler tarafından sürekli olarak el altından kışkırtılıyordu da. (Bu savımızı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin arkasından olayların şıp diye kesilmesi anlatmaya yeter de artar bile.)
12 Eylül 1980 Sabahı alışık olduğumuz o sesi duyduk. Türk Silahlı Kuvvetleri erke el koymuştu ve bildirge üstüne bildirge yayınlayarak demir yumruğunu da solun ve sosyalistlerin tepesine indirmek üzere eyleme geçmişti. Artık Beşlilerin ağzından çıkan her söz ( Tıpkı bugün 18 yıldır cumhuriyeti yöneten parlamenter yönetimden tek adam yönetimine sürüklenen ülkemizde Erdoğan’ın da ağzından çıkan söz tıpkı 12 Eylül Faşist darbesini gerçekleştiren Emperyalist ABD piyonlarının ki gibi yasa sayılıyor ve zaman yitirmeksizin uygulamaya geçiliyordu!)
Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların üye ve yöneticilerinin evleri, iş yerleri anında basılıyor, üye ve yöneticileri işkenceden geçirildikten sonra tutuklanarak cezaevlerine gönderiliyordu. Tutuklanan kimileri işkencede yaşamlarını yitirirken, kimileri gözaltında kayboluyor, kimilerinin izine ise aylarca rastlamak olası değildi. Ülke, dışarısı ve içerisi ile büyük bir ceza evine çevrilmişti. İşkenceler akıl almaz boyutlarda uygulandığı için bütün yasaklamalara ve saklamalara karşın yapılanların kokusu ta dünyanın öbür tarafında bile duyuluyor, dünyanın bütün gözleri ülkemizdeki faşist işkencecilere çevriliyordu.
12 Eylül faşizminden zarar görenler salt sosyalistler değildi. Zarar görmek için namuslu bir yurttaş olmak bile yeterli nedendi. İşte bu yüzden insanlara büyük acılar yaşatıldı. Biraz daha şanslı olanlar, yakalarını sürgün ve 1402'lik olarak işten atılarak kurtarırken, kimileriyse yıllarını cezaevlerinde geçirerek büyük bedeller ödemek zorunda kaldılar. Mamak, Metris, Diyarbakır ve daha başka cezaevleri bu uygulamaların devamı olarak dünya çapında nam saldı.
Tutuklananlar aylarca ve hatta yıllarca duruşmaya çıkarılmayarak bu cehennem ortamında yaşatıldılar. Sistemli olarak Cezaevlerinde yapılan işkencelerde yaşamlarını yitirenler oldu. İlhan ERDOST kaba dayak yüzünden Mamak'ta beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. Daha başkaları aynı sonu paylaşırken çokları da sakat kaldı. Bütün bu yapılanlara karşı ilerici, devrimci, sosyalist tutuklulardan tavır gelmekte gecikmedi. Cezaevlerinde günlerce süren direnişler başladı. Bu direnişleri ve işkenceleri dışarı yansıtmaması için her türlü yazılı ve sözlü basına yasak kondu ve yıllarca sürecek olan insanlık suçları işlendi.
Artık sermaye rahatına ermiş, astığı astık, kestiği kestik vurgununa ve talanına kavuşmuştu. İşçiler haklarını almak için grev yapamadıkları gibi örgütlenme haklarından da yoksun kalmışlardı. Emekçi kitleler ekonomik boyunduruğa vurulmuş, açlık ve yoksulluğun pençesine atılmışlardı. İşbirlikçi sermayeye ve yabancı emperyalist ortaklarına gün doğmuştu. 24 Ocak kararları silahların gölgesinde uygulanmaya başlanmış, ekonominin dümeni Turgut Özal’ın eline verilmişti. Talan ve köşe dönmecilik yediden yetmişe herkesin ereğine dönüşmüş, insani ne kadar değer yargısı varsa tersine çevrilmişti.
Kenan EVREN, Faşist ve ırkçı darbe sonrası dilinde Kuran dilinde tıpkı Erdoğan gibi Kuran ayetleri alanlarda kitlelerin karşısına çıkmış, kendini yalan ayetlere vermişti.
Sözüm ona dinsel ögelerin yatıştırıcılığına soyunmuş, her köşe başı Kuran kurslarıyla donatılmıştı. İmamlara Suudi Arabistan kaynaklı parasal destek verilmesi günün modası sayılırdı. Laiklik adı altında ikiyüzlü gerici ve ırkçı sözde Atatürkçüler tarafından bol bol konuşulmasına karşın, toplum tarikatçıların otlağına çevrilmişti.
O dönemde devlet tarafından iyice palazlandırılan kökten dinciler, hem mali açıdan hem de kitle desteği olarak iyice güçlenmişler, yaşamın her alanına sızmışlardı. Gün onların günüydü ve toplumu çağ dışı bir karanlık tehdit eder hale gelmişti. Fetullah Gülenler ve daha başka karanlık yüzlü hocalar kıyı bucağı iyice doldurmuşlardı.
'12 Eylül antı demokratik ırkçı darbe sonrası 20 yılda yapılamayan bazı cumhuriyet ve Atatürk devrimlerinin yok edilmesi için 12 Eylül’ün devamı olan ve Amerika tarafından kuruluşu ve iktidarı 18 yıldır desteklenen AKP tarikatların kontrolünde siyasi gücünün doruğuna gelmişti.'
Hangi taşı kaldırsanız altından yolsuzluk fışkırıyordu. Beşliler den Tahsin ŞAHİNKAYA, yolsuzluğun başını çektiği için, içinde uyuşturucu ticareti yapan Güney Amerika ülkelerindeki generaller de dahil, dünyada 25 zengin generalin arasına giren bir servete sahipti. Bakanların, bürokratların, milletvekillerinin adları yolsuzluklara karışmıştı. Bir başka deyişle; at binenin, kılıç kuşananındır. 12 Eylül ve onun himayesinde erkte oturanları en iyi anlatan sözcüklerden biri yolsuzluk sözcüğüydü.
İyice budanmış olan 1961 ANAYASASI, 1982 ANAYASASI ile yürürlükten tamamıyla kaldırılmış, temel hak ve özgürlükler sonuna kadar kısılmıştı. Yasa yerini keyfiliğe bırakmış, Beşlilerin söyledikleri, yasa yerine geçmişti. 1982 ANAYASASI demokrasi karşıtı bir uygulama ile %90'ları aşan bir çoğunlukla kabul ettirilmiş ve 12 Eylülcülerin yaptıklarından dolayı yargı önüne çıkarılamayacaklarına dair bir yasa maddesi de Anayasa'ya konulmuştu.
Kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri, yöntem ve temel açıdan yasal dayanaktan yoksun olup keyfi bir işlerliğe sahipti. 'Tıpkı FETÖ ve AKP’nin Ergene-kon Mahkemeleri gibi? O günde bugün de siyasi sanık olarak mahkeme önüne getirilen kimseler düşman muamelesi gördüğü için hiç bir yasal haklarını kullanamaz durumdaydılar'. Avukatlar savunman görevini yapmaları için konuşma haklarını kullanamadıkları gibi sık sık yargı heyeti tarafından duruşma salonundan atılıyordu.
Yaşları küçük olmasına karşın, Erdal EREN ve Necdet ADALI ölüm cezası alıyor ve karar hiçbir aşamada düzeltilmeksizin ölüm cezaları infaz ediliyordu. Dönem; Yasaların hiçe sayıldığı bir dönem olup, uygulamalar neredeyse açıktan açığa öç alımına dönüştürülüyordu. Ülke içinde hiç kimse hak ve özgürlüklerini kullanamaz duruma getirilmişti. O dönem, başını Aziz NESİN’İN çektiği ve AYDINLAR DİLEKÇESİ olarak bilinen dilekçeciler bile cuntanın hışmına uğramaktan kurtulamamıştı. Tutuklamalar, yargılamalar yıllarca sürmüş, baskı ve yıldırma politikası bir karabasan gibi ben aydınım diyenlerin tepesine çökmüştü.
İç ve dış borçlar 12 Eylülcülerin döneminde neredeyse üçe katlanmış ve ülkenin öz kaynakları faiz ödemelerine harcanır olmuştu. IMF'den, Dünya Bankasından ve emperyalist güçlerden gelen istekler tartışmasız uygulamaya konulmuş, özelleştirme talanını yeni liboşlar bir kurtuluş gibi savunmaya başlamışlardı. Dört eğilimi partisine taşıdığını söyleyen dönemin ANAP Lideri ve Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL'IN parlamentoyu taktığı falan yoktu. ' Tıpkı Erdoğan'ın bugün tamamlamak istediği yarım kalmış parçalanmanın tamamlanması isteğinde olduğu gibi' Bütün kararların ağababası dünde bugün de ABD sayıldı. Zaten o günde bugünde parlamentodan dişe dokunur bir karar çıkması da eşyanın doğası gereği olanaksız gibiydi çünkü o günde bugünde tam 60 yıldır etkin bir muhalefet asla TBMM çatısı altında olmadı.
'Çünkü AKP,'de ANAP'da Hatta CHP'dahi bazı dönemler dönekleri, dincileri, faşistleri, tatlı su liboşlarını doldurmuş bir padişah havası yaşıyorlar da ondan etkin değil.' “Tıpkı günümüz AKP’si ve ayak oyunlarıyla seçilmiş kacak sarayda olan Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi”...
Kitlelerin yoksulluk düzeyi gitgide artmasına karşın zamların önünü almak olası değildi. Türk parası sürekli olarak değer yitirerek eriyor, dışa bağımlılığın dayanakları her geçen gün biraz daha güçlendiriliyordu. Türk Parasını Koruma Kanunu da iptal edildiği için, Amerikan Doları günlük yaşamımıza neredeyse tamamıyla girmiş bulunuyordu. Artık, Amerika bizi bir kâğıt parçasıyla soyup soğana çevirmeye başlamış, üretmeden tüketmek moda bir hastalık haline gelmişti.
Koskoca ülke ekonomik, sosyal, siyasal açıdan 12 Eylülcülerin cenderesi altında iyice sıkıştırılmış, yozlaşmalar uç safhaya varmıştı. Zenginler bir eli yağda bir eli balda dikensiz gül bahçesinde har vurup harman savuruyorlardı. Bütün bunlara karşın bunlara; birisi çıkıp bu suyun bolluğu nereden geliyor diyemiyordu. Kitlelerin uyutulması için bol bol milliyetçilik ve dincilik yapılarak toplum içten içe çökertiliyordu.
SONUÇ OLARAK:
12 Eylülcüler ülkemizin kentlerine, sokaklarına, caddelerine faşizmin kara bayrağını asmışlar emekçi kitleleri inim inim inletmişlerdi. Bugün çektiklerimizin neredeyse tamamı 12 Eylülcülerin suçuydu ve yaptıkları yanlarına kar kalmamalıydı. Başkalarının bellekleri balık belleği olabilir, biz Kemalist Atatürkçüler ve sosyalistler ülkemizin hem sahipleri hem (vicdanların-dayız) hem de belleğimiz. Bu nedenle, bir kez daha diyoruz ki:
'YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ KEMALİST TÜRKİYE CUMHURIYETI “ KAHROLSUN FAŞİST CUNTA VE BUĞUN ONUN MİRASINI SÜRDÜREN AKP ZİHNİYETİ '!
12 EYLÜL KARANLIĞI VE YARTTIĞI KAOS AKP İKTİDARLARİYLA HIZ KESMEDEN HER ALANDA DEVAM EDİYOR.?
12 Eylül 1980 tarihinde Konsey Başkanı Ahmet Kenan Evren, radyo ve televizyonda yaptığı konuşmasıyla, Milli Güvenlik Konseyinin 1 numaralı bildirisini kamuoyuna açıklamıştı.
Türkiye Cumhuriyetinin varlığına, bağımsızlığına ve rejimine yönelik fikri ve fiziki hain saldırıların olanca genişliği ve şiddetiyle süre geldiği bir ortamda milletimiz için başkaca bir çıkış yolu kalmadığı' gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştu. Aynı gün, CIA’nin Türkiye temsilcisi Richard Perle ABD'ye telefonla bilgi veriyor; our boys did it yani bizim çocuklar başardı diyor.
Artık yeni bir döneme giriliyordu ve bu dönem faşizmin yarattığı zeminde korkunun ve dehşetin, kan ve gözyaşının, umutsuzluğun ve yılgınlığın hüküm sürdüğü, insanların zorbalığa perde aralarından seyirci kaldığı aynı zamanda umudun ve faşizme karşı direnişin de bir arada yaşanıldığı kara gün olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı. TBMM kapatıldı, anayasa yürürlükten kaldırıldı.
Daha sonra yürürlüğe konan 27 Ekim 1980 ve 2324 sayılı 'Anayasa Düzeni Hakkında Kanun', 'Geçici Anayasa' niteliği taşıyordu. Yasa, 1961 Anayasasının birçok maddesini değiştiriyor ve TBMM'nin yetkilerini Milli Güvenlik Konseyinin, Cumhurbaşkanının yetkilerini Konsey Başkanının kullanacağını, MGK'nin karar, bildiri ve yasalarının anayasaya aykırılığının öne sürülemeyeceğini hükme bağlıyordu. Böylelikle de 12 Mart ve 27 Mayıs'a karşın 12 Eylül faşist yönetimi, anayasal güvence altına alınarak kalıcılaştırılıyordu.
Tüm il, ilçe belediye başkanları görevden alınmış ve yerlerine Sıkıyönetim komutanlıklarınca atama yapılmış, birçok belediye başkanı gözaltına alınmıştır. Çıkarılan yasa ve yayınlanan bildirilerle, hukuksuz gözaltı ve tutuklamalarla, ülkede polis devleti uygulaması yerleştirilmiştir. 12.8.1981 tarihli 'Takip edilecek şahıslar hakkındaki emir' ile insanların mezheplerine kadar fişlenmesi ve ülkede fişlenmeyen insanın kalmaması sağlanmıştır.
Tüm grev ve lokavtlar kaldırılmış, DİSK, MİSK ve HAK-İŞ 'in hesaplarına ve bütün belgelerine Sıkıyönetim tarafından el konulmuştur. TÜRK-İş’e bağlı Yol-İş ve Petrol-İş'in birçok şubesi kapatılmıştır. DİSK, MİSK ve HAK-İŞ gibi sendikaların yöneticileri, işyeri temsilcileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır. 19.9.1980'de 1402 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle tüm kamu personeli gibi Üniversite elemanlarının gerekçesiz olarak görevlerine son verme yetkisi Sıkıyönetim komutanlıklarına bırakılmıştır. 6.11.1981'de çıkarılan Yüksek Öğretim Yasası ile üniversitelerde bilimsel özerkliği yok eden yasal düzenleme yapılmıştır. Sıkıyönetim komutanları 'Güvenlik soruşturması' adı altında üniversitelerdeki nitelikli öğretim kadrosunu tasfiye etmiştir.
Öğretmenlerin büyük çoğunluğunun üyesi bulunduğu TÖB-DER'in merkezi ve 670 şubesi kapatılmış, merkez ve şube yöneticileri, üyeleri gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla sorgulanmış, tutuklanmış ve yargılanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden olan laiklik ilkesi rafa kaldırılmış; okullarda zorunlu din dersi uygulaması getirilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığınca, yurtdışına çok sayıda din adamı gönderilmiş ve bunlardan 260 görevlinin maaşının, Kenan Evren'in onayıyla, Suudi Arabistan merkezli, Rabıta-ül İslam örgütünce ödenmesi sağlanmıştır.
Atatürk Yüksek Kurulu, 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren başkanlığında toplanarak, Türk İslam Sentezini temel alan bir kültürün bütün halka kabul ettirilmesine yönelik bir raporu benimsemiştir.
Barış Derneğinin merkez ve şubeleri kapatılmış, yöneticileri üyeleri gözaltına alınmış, tutuklanmış ve gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla yargılanmıştır. Ülkede örgütlü her türlü yapıyı yok etmek amacıyla bir kıyım başlatılmıştır. Meslek örgütlerinin bağımsızlıkları yok edilmiş, Türkiye Barolar Birliği Adalet Bakanlığı'na, Türk Tabipler Birliği Sağlık Bakanlığı'na, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bayındırlık Bakanlığı'na bağlanmıştır.
Üstelik Atatürkçülüğü ağzından düşürmeyenler tarafından, Atatürk'ün mirasları kabul edilen Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu da kapatılmıştır.
12 Eylül'le başlayan süreçte; son derece sistemli ve baskıcı bir sansür politikası uygulanmıştır. Yazıları nedeniyle birçok gazeteci tutuklanmış, yargılanmış ve mahkûm olmuştur. Tüm basın organları en az bir kez kapatılma cezası almıştır. TRT'nin yayın politikası tümüyle Milli Güvenlik Konseyi tarafından belirlenmiş, 14.9.1980 tarihinde TRT Genel Müdürlüğü'ne 'Haberlerde uyulması gerekli Kurallar' adıyla ağır bir sansür metni tebliğ edilmiştir. Sanat eseri olan filmler, dizi filmler dahi sakıncalı bulunarak yayından kaldırılmış, dahası yakılarak yok edilmiştir.
Birçok yayınevine ait kitap, dergi vb. bir yargı kararı olmadan sadece Sıkıyönetim Komutanının emri ile el konulmuş ve yüz binlerce adet kitap imha edilmiştir.
12 Eylül dönemi temel hak ve özgürlüklerin, tüm siyasal ve ekonomik özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, sıkıyönetim komutanlıklarınca kurulan mahkemelerde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, işkence ve gözaltında kayıpların günlük olağan işlere dönüştürüldüğü, ülke insanlarına; yasal partilerin, sendikaların, derneklerin ve hatta kooperatiflerin 'gizli örgüt' sayıldığı akıl almaz bir süreç yaşatılmıştır.
Tüm karşı örgütlere, özel olarak sola saldıran cuntanın, demokratik güçler ve sosyalistlerin ezilmesi için ülkede başlattığı insan avı toplumda teslimiyet ve çaresizlik duygusu yaratmış, halkın politikaya ve sosyalist düşünceye karşı tutum içine girmelerine neden olan koşulları içselleştirmiştir. Binlerce aydının, ilerici ve demokrat unsurların bedensel ve ruhsal olarak çökmesine; o güne dek önem taşıyan bütün değerlerin öneminin yitirilmesine neden olmuştur. Sola karşı İslam felsefesini topluma dikte eden 12 Eylül cuntası, bugünün imam hatipleştirilmiş eğitim sistemini, her türlü haksızlığa ve oldubittiye karşı yurttaş tepkisini veremeyen bir insan tipini, tümüyle ''dışa bağımlı'' ve ''köleleştirilmiş'' bir ülkeyi öngörüyordu.
O günlerde yaşananlar bu günün gençleri için anı bile değil.
Ancak o günlerde bin bir türlü acı ve yaşam pahasına ödenen bedeli bu günün gençleri başka türlü ödemek zorundalar. Onlar post modern adı verilen düşsel bir dünyada kendilerine ve tarihlerine yabancı olarak yaşamaya mahkûm edildiler. Yaşamı ve dünyayı kanın ve insan onurunun, iş takibinin ve kadın ticaretinin aynı sayfalarda yer aldığı gazetelerden öğreniyorlar. Akıldışı, bilimdışı hurafelerden medet umuyorlar. Bu yüzden de kayıtsızlar her şeye, 12 Eylül darbesi bir oldubitti değildir. Yaratılmak istenen insan tipinin tohumlarının kanla, akıl almaz hukuk dışı yöntemlerle toplumun bağrına atıldığı gündür.
1970'lerden sonra başlayan, 24 Ocak kararları ve nihayetinde o kara günde en üst düzeyde gerçekleşen emperyalist saldırı sürecinin anlatımıdır. Ve bu süreç devam etmektedir.
Bugünü anlamak için önce 12 Eylülün anlamak ve ülkemizde yarattığı karanlık süreci tanımak için AKP' nin 20 yıllık iktidarlarına yarattığı karanlık ilişkilerde 12 eylül faşist darbenin AKP il sürdüğünü görmek mümkün.?
Ali Berham ŞAHBUDAK
Atatürkçü Kemalist Hareket Lideri.