Tarih: 30.04.2023 20:24
Tatar Türklerinin millî şairi Abdullah Tukay
Tatar Türklerinin millî şairi Abdullah Tukay, modern Tatar şiirinin en önemli temsilcisi ve Çağdaş Kazan-Tatar edebî dilinin kurucusudur. Tukay, köklü ve okumuş Tatar ailesinin himayesiz kalmış bir ferdi olarak, romanlara, tiyatro eserlerine konu olan son derecede trajik olaylarla örülü bir ömür yaşamıştır. Yoksulluklar, yoksunluklar ve maddî ihtiyaçlar içinde bile kalbi hep halkının ilerlemesi, yükselmesi, gelişmiş ülkeler safına katılması idealiyle çarpmış; kısacık hayatı bu yolda mücadeleyle geçmiştir. Bir yuvanın sıcaklığından ve emniyet duygusundan uzakta yaşarken, maddî imkânlar için kimseye boyun eğmemiş; kimseden yardım talep etmemiştir. Çünkü o, kişiliği itibariyle izzetinefsine düşkün ve gururlu bir insandır. O, yirmi yedi yıllık kısacık ömre, iki cilt tutarında şiiri ve bir o kadar nesri sığdırmış; sadece mensubu olduğu Tatar Türkleri arasında değil, bütün Türk dünyasında tanınmıştır. Eserleriyle, kendisinden sonra gelenlere olduğu kadar, ondan önce edebiyat dünyasına adım atmış şairlere de örnek olmuştur. Henüz hayattayken yaygın şöhret kazandığını görmesi, onun belki de tek tesellisidir.
Hayatı
Abdullah Tukay, 1886 yılında Kazan'a bağlı Kışlavıç köyünde doğmuştur. İyi bir medrese tahsili gören babası, tıpkı dedesi gibi, köy imamlığı görevini sürdüren Muhammet Arif'tir. Annesi, Üçili kasabasından Ziynetullah Bey'in kızı Memdude Hanım, Muhammet Arif'in ikinci eşidir. Tukay, bir buçuk yıl süren bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Ancak, henüz beş aylık bir bebekken babasını, kaybeder. Tukay'ın trajik hayatı annesinin kendisini Şerife adlı yoksul bir kadına bırakarak Sasna köyünün imamıyla evlenmesiyle başlar. Tukay'a merhametsizce davranan yaşlı mürebbiye Şerife Hanım'ın yanında geçirdiği kötü günler, annesinin onu yanına, Sasna köyüne aldırmasına kadar devam eder. Fakat bir kaç yıl sonra annesi vefat eder. Artık Tukay'ın hayatta anne tarafından yoksul dedesinden başka kimsesi kalmamıştır. Dedesinin evinde şartlar kötüdür. Burada, çiçek hastalığına yakalanır; henüz iyileşmeden başka hastalıklar yakasını bırakmaz. Dedesi kıtlık yıllarında bakamadığı için onu Yeni Biste köyünden Muhammet Veli adlı bir deri tüccarına evlatlık verir. Tukay bir süre burada kalır. Ancak, Muhammet Veli ile eşi Azize Hanım hasta ve yaşlı oldukları gerekçesiyle iki veya iki buçuk yıl sonra, yetiştirip büyütemeyeceklerini belirterek tekrar onu dedesine gönderirler. Bu defa Tukay'ı, Kırlay köyünden Sadi Bey evlat edinir. Sadi Bey, orta hâlli, sâkin tabiatli, iyi kalpli biridir. Onu, ölen oğlunun yerine koyar. Ancak Sadi Bey'in hanımı ve kızları Tukay'a aynı şekilde iyi davranmazlar. Hele, Sadi Beyin karısı, başlarına gelen bütün olumsuz olaylardan küçük Tukay'ı sorumlu tutar ve eşine her fırsatta, "Öksüz çocuk beslersen burnunu kan eder, öksüz buzağı beslersen burnunu yağ eder." atasözünü tekrarlar.
Bütün olumsuzluklara rağmen şairin Kırlay'da güzel günler geçirdiğini söyleyebiliriz. Tahsil hayatına ilk olarak buradaki mahalle mektebinde başlayan Tukay, ikinci yıl medreseye devam eder. Şair çocukluk günlerini, özellikle Kırlay'a ait intibalarını şiirlerine yansıtmıştır. Bir kaç yıl sonra, Cayık'ta bulunan halası ve eniştesi, izini buldukları yeğenlerini, sıradan insanların elinde büyümesini istemedikleri için yanlarına alırlar. Bir süre halasının evinde eğitimine devam eden Tukay, aradan üç dört yıl geçmeden yeni bir acı ile sarsılır. Eniştesi Ali Osmanoğlu vefat etmiş ve o, büsbütün sahipsiz kalmıştır. Acısını hafifletmek amacıyla kitaplarına sarılan duygulu şair, medresede kalmaya, hocası Mutiullah Efendiye yardımcı olmaya başlar. Bir kaç akçe karşılığında küçük çocuklara ders vererek, matbaalarda mürettiplik yaparak hayatını kazanır. Cayık'ta gerçekleştirilen sosyal faaliyetlere iştirak eder; Puşkin Halk Yurduna giderek, Puşkin, Gogol ve Koltsov gibi meşhur Rus edip ve aydınları için düzenlenen geceleri aksatmadan takip eder. Rus klâsiklerini orijinallerinden okur. Önce mürettip olarak işe başladığı El-Asrü'l-cedit ve Uklar gibi yayın organlarında musahhih ve yazar olarak çalışır.
Cayık'ta ona yeni ufuklar açan iki kişiyle tanışmıştır. Bunlardan biri, ileri görüşlü, neşeli, müzisyen bir insan olan Mutiullah Hoca'nın oğlu Mehmet Kâmil Efendi'dir. Tukay, sık sık Mehmet Kâmil Efendi'nin evine gidip, onun sohbetinden, Arap edebiyatı ve müzik hakkındaki bilgilerinden faydalanmıştır. Onu etkileyen diğer bir kişi ise İstanbul'dan gelerek medreseye devam eden Abdulveli adlı bir arkadaşıdır. Abdulveli'nin fikirlerinden etkilenen Tukay, arkadaşı sayesinde, İstanbul Türkçesine âşina olur ve Osmanlı edebiyatını sever.
Cayık'ta yayımlanan El-asr'ül-cedit, Fikir ve Oklar gibi dergi ve gazetelerde çıkan şiirleri sayesinde şöhreti Cayık'ın sınırlarını aşan Tukay, 1895 yılında dokuz yaşlarında geldiği Cayık'tan yirmi bir yaşında şöhret basamaklarını tırmanan genç bir şair olarak Kazan'a döner. Kazan'da, El-İslâh gazetesi ve Yeşin (Şimşek) dergisinde çalışır. Burada kazandığı büyük şöhrete rağmen, kısacık ömrü sıcak bir yuvadan mahrum, maddî sıkıntılar içinde ve hastalıklarla mücadeleyle geçer. Arkadaşları, Bulgar pansiyonundaki odasını şöyle tasvir ediyorlar: "Bir kerevet, bir masa, masanın üzerine gelişigüzel dağılmış kâğıtlar, bir kaç kitap ve bir Kur'an". Sanayi şehri olan Kazan'ın kirli havası, soğuk ve ilkel şartlardaki pansiyon odalarındaki sağlıksız şartlar ve rindâne yaşayışı, onun nârin bünyesinde hastalıklara uygun zemin hazırlar. Dostlarının ve zengin kimselerin davet ve yardımlarını izzetinefsine düşkünlüğü sebebiyle kabul etmeyen Tukay, 1911 yılında yakalandığı verem hastalığının amansız pençesinden kurtulamaz. En çok tanınıp sevildiği bir dönemde bile, yalnızlığıyla, gururuyla ördüğü dünyasında, kimsesiz ve hasta olan genç Tukay, dünya nimetlerine değer vermeyen mağrur bir insan olarak, hayatının ve sanatının baharında, bu dünyaya veda etmiştir. 2 Nisan 1913 tarihinde kaybettiğimiz şairin defnedildiği 4 Nisan günü, Kazan halkı için tam bir matem günü olmuştur. Kleçkin Hastahanesi'nin etrafı, şairi son yolculuğuna uğurlamak üzere gelenlerle doludur. Bir buçuk saat süren duadan sonra, çiçeklerle süslenmiş tabutu eller üzerinde Yunusoğulları Meydanı'na getirilir. Kalabalık bir cemaatin iştirâkiyle Zarif Emirhanî Efendi'nin kıldırdığı cenaze namazından sonra ebedî istirahatgâhına tevdi edilir.
Eserleri
Abdullah Tukay, iki cilt tutarındaki şiirlerinin yanı sıra, fıkralar ve siyasî makaleler de yazmıştır. Fikir, Yuldız, El-islâh, Kuyaş ve Turmış gazeteleri ile El-asrü'l-cedit, terbiyetü'l-etfâl, An, Yeşin, Yalt Yult ve Mektep gibi dergilerde yayımlanan şiir ve nesirleri, 1907 ile 1917 yılları arasında elli beş defa basılmıştır. Eserlerinin bir kısmında, Şüreli, Gümbirt, Kızganıçlı, İmam Hatip, İmzasız da Yararetdinov, Kefiştatiyuş, Dubirnuş, Biçura, Tenkıyt Süyüçi, Biik Usal ve T.G.T. gibi müstear adları kullanmıştır.
Şiirleri
Abdullah Tukay, gerek eserleriyle, gerekse faaliyetleriyle Tatar edebiyatı ve sanatına olduğu kadar, fikir dünyasına da hizmet etmiş seçkin aydınlardandır. Tukay, halkının cehaletten kurtulup aydınlanması, yükselip yücelmesi ülküsüne inanmaktadır. Bir başka deyişle o, bütün Türk yurtlarında revaç bulan usûl-i cedit cereyanı taraftarıdır. Usûl-i cedidin kelime karşılığı, yeni metod, yeni usûldür. Bu akım, önce eğitimde islâh isteğiyle başlayıp, daha sonra hayatın bütün alanlarını içine alan topyekûn yenileşme hareketinin adı olmuştur. Abdullah Tukay, daha öğrencilik yıllarında eğitim sisteminin aksayan taraflarını görmüş, bundan duyduğu rahatsızlığı yazdığı şiirlere yansıtmıştır. Bilindiği gibi, XVIII. yüzyılda Buhara'da açılan medreseler, Türkistan Türklerine örnek teşkil etmekteydi. İdil boyu Türkleri arasındaki zenginler, mâli imkân sağlamak suretiyle gençleri Buhara'ya göndermekte ve orada tahsil görmelerini sağlamaktaydı. Bir süre sonra, oralarda tahsilini tamamlamış kimseler, İdil-Ural'da Buhara modelindeki medreseleri kurup, talebe yetiştirmeye başladılar. Ancak, XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında bu öğretim müesseselerinin devrin ihtiyaçlarına cevap vermediği anlaşıldı. Eğitim metodlarının tartışıldığı yıllarda, İdil boyunda olduğu gibi, Rusya'nın hâkimiyetindeki bütün Türk yurtlarında Rusça öğretim veren Rus-Tatar mektepleri açılmaya başlar. Türk aydınları, öğrendikleri Rusça vasıtasıyla, Batı'dan gelen yeni fikir akımlarıyla tanışırlar. Dünya edebiyatlarının belli başlı şaheserlerini okuma imkânı bulurlar. Böylece, eğitimin eski metodlarla yapılmasını istemeyenler, başta eğitim olmak üzere hayatın bütün alanlarından yenilikten yana olanlar, bu konudaki görüşlerini günlük gazetelerde işlediler. Yenilikçi yazar ve şairler, usûl-i kadimcileri, yani eski taraftarlarını keskin dille tenkit ettiler. Yedi göbekten imam ailesinden gelen Abdullah Tukay, Mutiullah Medresesinde eğitim görmüş, ancak 1898 yılında aynı medresede deneme amacıyla açılan usûl-i cedit sınıfına yaşı büyük olduğu için devam edememiştir.[1] Ancak yine de her iki eğitim sisteminin farkını bilen şair, Medreseden Çıkkan Şekirtler Ni Diyler, Usûl-i Kadimçi gibi şiirlerinde çağın şartlarına uymayan, zamanın ihtiyaçlarını karşılayamayan eğitim sistemini ironik şekilde eleştirir:
Küp yattık biz/ Medresede/ Anlamadık/ Birnerse de;/ Silkinmedik,/Taş tüsli, biz,/Cilbir cilbir/ Cil berse de./Çarşav kurdık;/Kuyaş bizge/Nurın çeçip/Ciberse de/Karşı turdık/Kuvdık, bizge/Yaktılıktan/Ni kilse de.(Medresede çok yattık biz, hiç bir şey anlamadık, şiddetlice yel esse de, taş gibi silkinmedik; güneş bize ışığını saçıp gönderse de çarşaf gerdik, karşı durduk, bize aydınlıktan ne geldiyse kovduk)[2].
Abdullah Tukay, Tatar konuşma diline dayalı bir edebî Türkçe yaratılması yolunda ciddî adımlar atmıştır. Yaklaşık olarak 1920'ye kadar bütün Doğu ve Kuzey Türklüğü için ortak yazı dili olan Çağatay Türkçesi yerine, her bir Türk boyunun konuşma dilini esas alan yeni yazı dilleri oluşturuldu. Bu hareket, bizzat Sovyet Sosyalist idare tarafından da maksatlı olarak destekleniyor; dar anlamda milliyetçilik paketiyle sevimli hâle getiriliyordu. Boy adları birer ayrı millet adı gibi benimsetiliyor, böylece Türk boylarının ortak sanat ve edebiyat dili yoluyla tesis ettikleri birlik ve beraberlik yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Bunun sonucu olarak bugün karşımızda yirmiden fazla Türk lehçesi, sosyal bir gerçek olarak durmaktadır. Milletinin sevgili şairi Abdullah Tukay, konuşma dilini, onun ifadesiyle uram tilini edebiyata hâkim kılmak isteyenlerin başında gelmekteydi. Bu tavrı, onun değişen siyasî görüş ve tercihleri ile yakından ilgilidir. Gaspıralı İsmail'in bayraktarlığını yaptığı dilde, işde, fikirde birlik düsturu gereğince, edebî ve siyasî faaliyet yapan Tatar aydınları, Şura ve Ülfet gibi, Türk dünyasının birliğini savunan Türkçü yayın organlarının etrafında toplanmışlardı. Yazılarında Türkiye Türkçesine yakın bir dil kullanmaya özen göstermekteydiler. Abdullah Tukay'ın özellikle, 1905 ile 1907 yılları arasında kaleme aldığı şiir ve yazılarında böyle bir eğilim göze çarpar. Söz konusu tarihlerde dil, hayâl dünyası ve üslûp bakımından divan şiiri estetiği çerçevesinde yazdığı şiirleri, Türkiye Türklerinin kolaylıkla anlayacağı şiirlerdir. Bir başka deyişle, 1907 yılına kadar Divan şiiri ile Tanzimat dönemi şiirinin etkisi altında yazdığı şiirleri, herhangi bir Türk şairinin eserlerinden farksızdır. Şairin özellikle ilk şiirlerinde Türkiye sahası Türk edebiyatından dil ve estetik bakımından etkilendiğini, söyleyebiliriz. Hur Kızına başlıklı şiiri için, "Türkleri taklit ettiğim vakitte Lermontov'dan yaptığım pek zayıf bir tercümem" notunu düşmesi de bu hususu doğrulamaktadır. Örnek olmak üzere zikredeceğimiz ilk şiirleri, Türkiye Türkleri tarafından anlaşılabilir bil dille kaleme alınmıştır:
"Şigre çuk ittim heves kalbim ile, canımle ben,
Çünki ittim iftirak canımle, cananımle ben.
(Şiire ettim çok heves, kalbim ile cânımla ben,/Çünkü ayrıldım, cânımla, cânânımla ben 'İftirak Sunında')"[3].
Ancak daha sonra bu tavrından vazgeçmiş, böyle bir dille yazdığı için pişmanlık duymuştur. Özellikle 1907 yılından sonra, Tatar Türkçesinin edebî dil olması yolunda hizmet vermeye başlamış; bu yoldaki görüşlerini yazdığı yazılarla yaymaya çalışmıştır. Yukarıda zikrettiğimiz şiirlerde, bazı Tatarca kelimelerin yerine, meselâ bilen ile bolmak fiili yerine olmak fiilini kullanarak Türkiye Türkçesine yakın ifade tarzını ortaya koyduğu hâlde daha sonra bu fikrinden vazgeçmiştir. "Halk Edebiyatı" başlıklı yazısında bu konuyu işleyen şair, Tercüman gazetesini gayrîmillîlikle suçlamıştır:
"Tercüman gazetesini gördünüz mü? Orada bir tanecik Tatarca kelime var mı? Tercüman gazetesinin peşinden giden Ülfet gazetesini ele alınız, onda Tatar ruhu, Tatar kelimesi var mı? Adı geçen gazetelerin yazarları, Tatarları Türkleştirmeye az uğraşmadılar. Ancak başaramayacaklarını anlayınca durdular. Tercüman'ın ağladığı işitiliyor hâlâ. Burhan-ı Terakki bile, yalan yanlış Türkçe cümleler kurmaya gayret ederken komik duruma düşmemiş miydi? Kendi aralarında Türkçe konuşan talebeler, başlarına fes takıp, "Biz Osmanlıyız, efendim" diyen deliler de az değildi. Lâkin bu komediler eskidendi; oldu ve geçti.
Gazeteler, bundan, böyle gibi Türkçe kelimeleri bırakarak, Tatarca ile yazılmaya başlandı; kitap ve risaleler Tatarca çıkıyor. Biz Tatarlar, Tatar olarak kaldık. Türkler İstanbul'da, biz buradayız. Uğurlar ola!"[4]
Dar anlamda Tatar milliyetçiliği fikrine inanan Tukay, dilindeki Türkiye Türkçesine ait unsurların yanı sıra Arapça ve Farsça kelimeleri de Tatarcanın bünyesinden atmak istemektedir. Ölümünden kısa bir süre önce yazdığı "Uyangaç İlik İşim (Uyanınca İlk İşim)" başlıklı yazısında, ilk şiirlerinin dilini beğenmediğini, hastahaneden çıkar çıkmaz ilk işinin bu eserlerini yeniden yazmak olduğunu belirtir.[5]
Abdullah Tukay'ın dil anlayışına paralel olarak millet anlayışı da zamanla değişir. İlk eserlerinden takip ettiğimiz üzere, onun millet anlayışı ümmet çizgisine yakındır. İçli şairimiz yazdığı ilk şiirlerinde, bütün dünya Müslümanları için ah edip ağlarken, sonra, diğer Türk boylarını bile gözden uzak tutarak, Tatar milliyetçiliğinde karar kılar. Ey Kalem şiirinde, kalemle dertleşen, ona sitemler eden, yalvaran şair, Avrupa'yı arş-ı alaya yükseltip, neden bizi ferş-i ednaya düşürdüğünü sorarak kaleme şöyle seslenmektedir:
"Her taraf müslimneri bir bir iter ahı vah!
Ni sebepli keldi bizge büyle bir beht-i siyah?"
Şaire göre ilmin ve medeniyetin anahtarı olan kalem, Avrupa'yı arş-ı alaya çıkarmıştır. Peki, dünya Müslümanları niye ferş-i ednaya düşmüştür? Bu soruya cevap arayan şaire göre, ilmin ve irfanın sembolü olan kaleme sarılanlar yükselmişlerdir. Onun bu şiirlerde anlattığı millet, Tatar Türkleriyle sınırlı değildir. Tukay başta İslâmcı-milliyetçi bir şairdir. Onun milleti sadece Tatarlar değil, bütün ehl-i İslâmdır. Ancak 1907 yılına kadar yazdığı şiirlerde dünya Müslümanları için gözyaşı döker, onların yükselip yücelmesi için çözüm yolları gösterir.[6]
Kendilerine maarifetçi de denilen Usûl-i Ceditçilerin temsil ettikleri fikrî akım, önce eğitim sisteminin islâhı düşüncesiyle ortaya atılmış, sonra ise, sosyal hayatın pek çok sahasına sirayet etmişti Usul-i Cedit taraftarı diğer aydınlar gibi Abdullah Tukay da, halkın cehâletten kurtulup okuyup aydınlanmasını arzu eder. Ona göre, milletin kalkınması, medenî ülkelerle arasında açılan uçurumun kapanması modern metodlarla yapılacak eğitimle mümkündür. Bu suretle hem millet kalkınacak, hem de yeni düzenlemelerle hayat standartları yükselecektir. Böyle bir ilerlemenin gerçekleşmesi; erkek, kadın ve ve çocuk demeden bütün toplumun eğitilmesi şartına bağlıdır. Hayatın bütün alanlarında yenilikten yana olanlar, eğitime önem verdikleri kadar, kadınların eğitilmesine, kadın hakları konusunda onların uyandırılması gereğine inanırlar. Yenilikçi bir aydın olan Abdullah Tukay da, kısa süren çileli hayatı boyunca, yakın çevresinde bile kadınların cahil bırakıldığına, onların en basit haklarından mahrum edildiklerine şahit olmuştur. Meselâ "Füryat (Feryat)" adlı şiirini, ilk defa evlatlık verildiği ailede ona anne şefkati gösteren hanımın, kocasının ölümünden sonra evlendiği kaba ve huysuz bir adamdan ilhâm alarak kaleme almıştır. Özellikle "kutsal yarımımız" diye nitelendirdiği kadınların hak ve hürriyetleri konusunda son derece hassas olan Tukay, bu konuyu, pek çok eserinde işlemiştir. Fizikî bakımdan kusursuz bulduğu, hattâ "yay kaşlı, zebercet gibi parlak gözlü, Kevser'den daha tatlı dilli, ince belli, mermer boyunlu" şeklinde tasvir ve idealize ettiği Tatar kızlarının Tukay'a göre tek kusurları cehaletleridir. Tatar kızlarının meziyetlerini sıralayıp, onları bu sebeple sevdiğini söyledikten sonra, onların beğenmediği yönlerini sıralar. Tatar kızlarının zengin hanımlara hizmetçilik etmelerini, zâlimlere boyun eğmelerini beğenmediğini belirtir. Bu durumdan kurtulmaları, bilgisiz din adamlarının oyununa gelmeden, modern usûllerle eğitim görmelerine bağlıdır.
Büyük Rus ihtilâlinden önce, Tatar kızları imam hanımlarından ders almaktaydılar. Basit dini bilgilerin öğretilmesine dayanan bu öğretimin yetersizliğini gören Tatar aydınları arasında, kızlar için yeni okulların açılması fikri tartışılmaya başlanır. Usûl-i Kadimciler ise bu düşünceye, Maişet ve Beyânü'l-Hak gibi yayın organlarında karşı çıkarlar. Kızlar için Usûl-i Cedit mekteplerinin açılmasını isteyen Tukay, Tatar Kızları başlıklı şiirinde, eski eğitim taraftarlarını şiddetle tenkit eder.
Abdullah Tukay, yakın çevresinden, kadınların cahil bırakıldığına, en basit haklarından mahrum edildiklerine şahit olmuştur. Füryat adlı şiirinde, üç karılı, kalın enseli, koca göbekli, geri kafalı bir sarhoşla evlendirilen Tatar kızının dramını dile getirir. Hatınnarga Hürriyet adlı şiirinde ise, kız çocuklarının istikbâlleri ve eğitimleri hususunda söz sahibi olmaları gereği üzerinde duran Tukay, onların hak ve hürriyetlerini kazanmalarını, iyi eğitim görüp, erkekler gibi meslek sahibi olmalarını istemektedir:
"Alar da, ir kibi, şahlık, hekimlik namnarın taksın!
Hatınnan küç terekkıy behrine kül kül bulıp aksın!
Ukı, yaz, bil, tırış sin, iy mukatdes yartıbız biznin
Kişi bulmak için in, in birinçi şartıbız biznin!
(Kadın da erkek gibi, idareci ve hâkim olabilsin!
Kadının yükseliş denizi çağıl çağıl çağlasın!)
(Oku, yaz, bil, çalış sen, ey mukaddes yarımız bizim!
İnsan olabilmek için en birinci şartımız bizim!)"[7]
Pek çok sosyal problemi şiirine konu edip, çözüm yolları arayan Abdullah Tukay için geleceğin teminatı olan çocuklar ve gençler büyük önem taşır. Toplumun her kesiminin özellikle de gençlerin eğitilmesi onun ısrarla ve samimiyetle işlediği konuların başında gelir. Tukay, pedagojik endişelerle yazdığı çocuk şiirlerinin bir kısmında halk edebiyatı ürünlerinden istifade etmiştir. XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında folklor ilminin bütün dünyada önem kazanması sonucunda, Tataristan'da da folklor mâlzemelerinin derlenip tespit edilmesi çalışmaları hız kazanır. Abdulkayyum Nasirî ve Naki İsenbet gibi Tatar aydınları folklor çalışmalarıyla dikkat çekerler. Abdullah Tukay da bu konuda makaleler yazar. Ayrıca, çağdaşı olan pek çok edip gibi o da millî sanatın kaynağını halk edebiyatında aramak gerektiğine inanır. Su Anası, Taz, Avıl Hatınının Bala Tirbetkende Ümitleri gibi şiirlerinde Tatar folklorundan faydalanmış, Tatar çocuklarının okul öncesinden âşina oldukları masal, efsane, hikâye, atasözü ve ninnileri yeniden nazma çekerek, mesajlarını etkileyici şekle sokmuştur. "Kaz kanadı ak olur, er kanadı at olur" atasözündeki özlü ve tesirli anlatımdan faydalanarak, okul çağı çocuklarına, ömrün en güzel faslının okul yılları olduğunu anlatır:
"Kaz kanatları ak bulır
İr kanatları at bulır
Sabıylarnın kanatlanır vaktı,
Mekteplerde ukır çak bulır
(Kazın kanadı aktır/Er kanadı attır./Çocukların kanatlandığı vakit,/Mektepte okudukları çağdır.)"[8]
der.
Abdullah Tukay, Su Anası şiirinde ise, köylü çocuğunun ağzından, Su Anası masalını işlemiştir. İyilik ile kötülüğün mücadelesini konu alan bu masalda, masal kahramanı olan Su Anası altın tarağını deniz kenarında unutmuştur. Tarağı bulan bir köylü çocuğu, nasıl olsa kimse görmedi diye onu alır. Korku ve heyecan dolu olaylardan sonra, annesinin ikazı ile yaptığı işin doğru olmadığını anlar. Çocuklara, hakkı olmayan şeyleri almamaları ve dürüst olmaları öğütlenen bu şiir, çocuğun ağzından şu mısralarla sona erer:
"Min de şunnan birli andıy işke kıymıy başladım,
Ya iyesi yuk dip eybirlerge tiymiy başladım. (O günden sonra öyle işlere kalkışmadım,/Sahibi yok diye, hiç birşeyi almadım.)"[9]
Tukay, Tatar folklorunun yanı sıra, Rus yazarlarının eserlerinden de faydalanmıştır. Altın Eteç(Altın Horoz) şiirini, Puşkin'in Skazka o Zolotom Petuşka adlı eserinden ilhâm alarak kaleme almıştır. Şairane tasvirlerle süslenen bu şiirde, sözünde durmayan hükümdârın hüsrana uğradığı anlatılarak, çocuklar dürüstlüğe davet edilir. Ayrıca şair, bu uzun manzumesini yazmaktaki diğer bir maksadının çocuklarda okuma zevki uyandırmak olduğunu, eserin sonunda şu sözlerle belirtir:
"Bu yalgan indi, elbette şulay da yazıla şul bu
Sabıylar künline az az uku derti sala şu bu.[10]
(Bunların hepsi yalandır, böylece yazılır bu, /Az da olsa, çocukların gönlüne okuma zevki koyar bu.)"[11]
Çocukların dünyasında hayvanların çok özel yeri olduğu gerçeğini dikkate alan Tukay, çocuklar için yazdığı şiirlerin büyük ekseriyetinde hayvan masallarından faydalanmıştır. Kedi, köpek, keçi, teke, tavşan ve bülbül gibi hayvanları konu alan şiirlerin hareket noktası, hayvan sevgisidir.
Hristiyanlarla beraber yaşamak mecburiyetinde kalan Tatar Türkleri için, Ramazan ayının, kandil gecelerinin ve bayram günlerinin toplum hayatında daha özel bir anlamı vardır. Böyle dinî gün ve gecelerin dinî vecibelerin yerine getirilmesinde olduğu kadar, millî kimliğin korunmasında da önemli yeri vardır. Bu gerçeği çeşitli şiirlerinde dile getiren Tukay, çocukları yakından ilgilendiren bayram günlerinde yaşanan coşku ve heyecanı kendi tecrübeleriyle süsleyerek akıcı bir üslupla ifade etmiştir. Arafe gününde pişirilen yemekleri, kendisine alınan hediyeleri yastık altında sakladığını, bayram sabahını heyecanla beklediğini anlattığı şiirinde o, okuyucusunu, çocukluk günlerinde yaşadığımız eski güzel bayramlara götürüyor.Beyrem ve Sabıylık Vakıtı şiiri, bütün Müslüman Türk âleminde bayramların aynı coşku ve heyecanla, birbirine benzer gelenekler çerçevesinde kutlandığını göstermesi bakımından da dikkat çekicidir:
"Tüşe iske garefe kiç yatkan çagım,
Uylap: 'Kayçan tan? dip ul atmagan tanım;
Tetiy çitik, tetiy külmek, ıştannarnı
Baş astıma üyip kuyıp yatkan çagım.
(Arafe gecesi, heyecanla uyuduğum çağlarım, /Sabahı iple çekişim, bir türlü atmayan tanım; /Yeni pabuç, yeni gömlek, yeni pantalonu /Yastığımın altına koyarak uyuduğum çağlarım)."[12]
Abdullah Tukay, görüldüğü üzere, şiirlerinin büyük çoğunluğunda, mensubu olduğu Tatarların sosyal problemlerini ele alıp işlemiştir. "Par At(Çift At)", "Tugan Til (Ana Dili)", "Şüreli" gibi şiirlerinde ana dilini, ana yurdunu, memleket coğrafyasını, vatana ve millete saygı, sevgi ve bağlılık hisleriyle yücelterek tasvir edip ölümsüzleştirmiştir. Aşkını, kendisine bile itiraf edemediği Zeytune Hanıma yazdığı "...E" başlıklı şiirleriyle; sağlığını ve ümidini yitirdiği ömrünün son dönemlerinde kaleme aldığı Üzilgen Ümit gibi şiirlerinde, saf şiire daha çok yaklaşır. İddia edildiğinin aksine o, imanlı ve inançlı bir Müslüman'dır. Dinî ve millî temaları işlediği şiirlerin sayısı hiç de az değildir.
[1] Cemaleddin Velidî, Abdullah Tukay, Mecmua-yı Asarı, Tokyo 1933, s. 20; Fatma Özkan, Abdullah Tukay'ın Şiirleri İnceleme-Metin-Aktarma, Ankara 1994, s. 25.
[2] Fatma Özkan, Abdullah Tukay'ın Şiirleri İnceleme-Metin-Aktarma, Ankara 1994, s. 232-233.
[3] Fatma Özkan, Age, s. 146.
[4]Gabdulla Tukay, Eserler, tom:2,Kazan 1955, s. 272-273.
[5]Gabdulla Tukay, Eserler, tom:4, Kazan 1985, s. 186.
[6]Abdurrahman Sadi, Tatar Edebiyatı Tarihi, Kazan, 1926, s. 214.
[7]Özkan, Fatma, Abdullah Tukay'ın Şiirleri, Ankara 1994, s. 504-505.
[8]Age, s. 76- 840-841.
[9]Age, s. 448-449.
[10]Age, s. 77.
[11]Age, s. 463.
[12]Age, s. 352-353.
Orjinal Habere Git
— HABER SONU —