Türkiye'nin ilk kadın profesörlerinden Kâmile Şevki Mutlu, genç Cumhuriyet'in ilk yıllarında eğitim için yurtdışına gönderilen gençlerinden biriydi. Döndüğünde, o Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'ün yüzünü gören son kişilerden biri olacaktı.
2025 yılında bir kadın olarak eğitim hayatımı tıp alanında sürdürüp patolog olacağımı söylesem, muhtemelen en büyük alkışı sadece akrabalarımdan alırım. Elbette tıp okumak saygı uyandıran, kıymetli ve takdir gören bir alan ama bir o kadar da 'alışılmış'. Oysa Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir kadının tıp fakültesine adım atması, bütün bir ulusun alkışını toplatacak kadar sıra dışıydı.
Türkiye'nin ilk kadın profesörü ve patoloğu olmanın anlamını, bugünün genç kuşaklarının bütünüyle kavraması zor. O yıllarda bu ünvan, yalnızca bir mesleğin değil, bir devrin öncülüğünün sembolüydü.
1922 yılında Haydarpaşa Tıp Fakültesi'ne ilk kez on kız öğrencinin kaydı yapıldığında, Kâmile Şevki Mutlu henüz bu onurlu payeye ulaşacağını bilmiyordu.
Kız öğrencilerin tıp fakültelerine kabulü, dönemin bazı çevrelerinde tartışma yaratmıştı. "Cinsi latifin kadavralarla nasıl baş edebileceklerini, onlardan iğrenmeden, tiksinmeden ve özellikle korkmadan diseksiyonu nasıl başarabileceklerini görmek için" merakla bekleyenler vardı. Ancak bu merak kısa sürede yerini saygıya bıraktı. Çünkü "kız öğrencilerin Atatürk devrimlerine duydukları inançtan doğan kararlı davranışları herkesi kısa sürede hizaya getirmişti."
Kâmile Şevki Mutlu, tıp fakültelerine kız öğrencilerin kabul edilmesinden iki yıl sonra, 1924'te İstanbul Darülfünun Tıp Fakültesi'ne başladığında, ortamı işte böyle anlatmıştı. Patoloji uzmanlık eğitimi için göreve başlayan Kâmile Hanım, henüz asistanlığının ilk yılı olan 1931 yılında, ilk çalışmasını (lenfogranülomatozlar) Ankara Halkevi'nde, Cumhurbaşkanı Atatürk ve Başbakan İnönü'nün de katılımı ile yapılan 4. Milli Türk Tıp Kongresi'nde (22-24 Eylül 1931, Ankara) sundu.

Bu sunumundan iki yıl sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün öncülüğünde yürütülen 'yurt dışına bilim insanı gönderme programı' kapsamında 'maarif bursu' olarak adlandırılan, resmi bir devlet bursu ile 1933-35 yıllarında Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Enstitüsü'ne ileri eğitim almak üzere gönderildi.
Berlin'deki eğitimi sırasında, 1934 yılında böbreküstü bezi medulla bölgesindeki kromaffin hücrelerinin sitoplâzmalarındaki özel kromaffin granüllerini ortaya çıkaran yeni bir teknik geliştirdi; vatandaş dilinde tercümesini yapacak olursak bu yöntem sayesinde hücrelerin içindeki granül (yani küçük tanecik) yapılar açıkça görülebiliyordu. Geliştirdiği bu teknik Şevki Metodu olarak literatüre geçti.
Atatürk'ün yurtdışına eğitime gönderilen kişiler için söylediği"Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum, gür alevler halinde dönmelisiniz." sözünün adeta canlı bir kanıtı olmuştu Kâmile Hanım. Gür bir alev olarak ülkesine döndüğünde kendisi öldükten sonra yüzünü gören son insanlardan birinin Kamile Hanım olacağını Atatürk de bilmiyordu. Ölümünden 15 yıl sonra, Ata ve eseri Kâmile Şevki Mutlu karşı karşıya gelecekti.
Atatürk 10 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda vefat ettiğinde naaşın uzun süre bozulmadan muhafaza edilmesi için tahnit işlemlerine başlandı. Tahnit, vefat eden bir kişinin bedenini çürümeden, uzun süre bozulmadan koruma işlemi. Tıpta 'embalming' olarak da bilinir. Bu işlem, özellikle naaşın uzun süre açıkta kalması, tören yapılması veya defin işleminin gecikmesi gerektiğinde uygulanır. Bu yöntemin mumyalamak olmadığını da söylemek gerekli. Sıklıkla karıştırılan bu iki kavram birbirinden farklı yöntemler. Kısaca tahnit; tıbbi bir koruma olarak geçiciyken, mumyalama ise ritüel bir koruma ve kalıcıdır.
Atatürk'ün ölümü için de tahnit gerekliydi; çünkü önce resmi törenler yapılacak, ardından naaş İstanbul'dan Ankara'ya getirilecek ve nihayet Anıtkabir tamamlanıncaya kadar 15 yıl boyunca korunması için Ankara Etnografya Müzesi'nin içindeki özel bir bölümde, geçici bir lahitte kalacaktı.
Geleneklere uygun olarak toprağa verileceği Anıtkabir'e geçmeden hemen önce tahnit işleminin başarılı olup olmadığının anlaşılması için bir rapor düzenlenmesi gerekmekteydi. Ve bu işlemi yapması için Atatürk'ün yurt dışına eğitime gönderdiği Türkiye'nin ilk kadın patoloğu Kâmile Şevki Mutlu arandı. Kâmile Hanım, o günü 14 Mart 1964'te yayımlanan Tıp Dergisi'nde şöyle anlatır:
"9 Kasım 1953 Pazartesi,
Etnografya Müzesi'nde aziz ölünün huzurundayız. Titriyorum. Eşim bütün kuvvetiyle tutmasa yere yuvarlanacağım. Komite üyeleri solumda geride duruyorlar. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu'ndan on öğretmen önümdeler.
… Gözümün içine bakıyorlar, çıt yok. Genç öğretmenlere gül ağacından yapılmış tabutun kapağını açmalarını söylüyorum. Ne çevik ve ne enerjik çalışma.

Vidaların sökülmesi dakika bile almıyor. Kapak kaldırıldı. Şimdi lehimli kurşun tabut görünüyor. Bunun kapağının yalnız üç kenarında lehimin sökülmesini istiyorum. Bu da hemen yerine getiriliyor. Lehimi sökülmeyen kenarı üzerinde çevrilerek kapağın açılmasıyla derin bir huzura kavuşuyorum; çünkü naaş ile tabut arasındaki boşlukları silme dolduran ince talaş tozu ıpıslak. Ve tahnit solüsyonundaki maddelerin kokusunu almaktayım. Demek Ata'nın maddi varlığını, fani hayatına son verdiği andaki durumu ile görebileceğim. Halbuki kulaklarımıza ne dedikodular gelmişti; tahnit iyi yapılmamış, husule gelen gazlarla tabut patlamış, nöbetçi er korkusundan bayılmış…
Bu söylentilerden bir patolog olarak yıllarca nasıl üzülmüştüm. Talaş tozu tabutun ayak tarafına doğru toplandı. Naaş kahverengi muşamba ile sarılı olarak göründü. Yüzünü örten ıslak pamuk kütlesi kaldırıldı ve Ata'nın mü-heykel yüzü ile karşılaştım. Ata ve eseri, bir an birbirimize bakıştık sanki. Uzun kaşlarından ince bir tutam sol göz kapağının üzerine inmiş, Ata sanki 15 yıl önce Dolmabahçe Sarayı'nda hasta yatağında uyuyor.
… Başımı çevirdiğim zaman kimse nefes bile almıyor zannettim. Aşağıda duran komite üyelerine -Yüzünü görmek ister misiniz- dedim. Bir ürperti, bir geri çekilir gibi bir hareket ve sonra yine derin bir sükut… Saygı duruşunda bulunan subaylara varıncaya kadar, herkesin bir bir katafalka çıktığını ve Abdülhalik Renda'nın aziz ölünün yüzü ile karşılaşır karşılaşmaz tabutun yanına yıkıldığını unutamam.
Komite üyelerine naaşın tahta tabuta hemen o gün konulmasının mahzurlarını ve bu işin anıt kabre nakil töreninin yapılacağı ertesi sabahın erken saatlerine bırakılmasının fenni zaruretini açıklıyorum. Numune hastanesine gönderdiğim Dr. Şeref Yazgan'a bir miktar Fiksatör hazırlatıp kurşun tabut içine ilave ediyoruz. Kapak yeniden lehimleniyor. Üzerine gül ağacından tabut kapağı da konuluyor ve oradan ayrılıyorum…"
Kâmile Şevki Mutlu, o gün yalnızca bir patolog değil, bir dönemin tanığıydı. Atatürk'ün emaneti olan Cumhuriyet'in yetiştirdiği ilk kadın bilim insanlarından biri olarak, yıllar sonra Ata'sının yüzüne bir kez daha bakmış, hem kendi emeğinin hem de Cumhuriyet'in başarısının en sessiz ama en derin yankısını orada duymuştu. O an, bir bedenin değil, bir ilkenin ölümsüzlüğüne tanıklık ediyordu. Belki de Atatürk'ün o çok bilinen sözü, tam da o sahne için söylenmişti:
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."
Kaynak:oksijen